Kuveyt’te On Yıl

On yıl önce, bavullarımızı toplayıp Kuveyt’e geldiğimizde, bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk. Ne kadar kalacağımızı, nasıl bir hayat kuracağımızı, bu şehrin bize neler öğreteceğini kestirmek mümkün değildi. Bugün geriye dönüp baktığımda, bu on yıl sadece başka bir ülkede geçen zaman değil; aynı zamanda alışkanlıklarımızın, bakış açımızın ve hayatımızın şekillendiği bir yolculuk oldu.

Kuveyt’e Geliş

2015 yılının Eylül ayı başında Kuveyt’e geldim. 2014–2015 akademik yılını Tayvan’da doktora sonrası araştırmacı olarak geçirmiş, o sırada da bir sonraki adımı düşünüyorduk. Çocuk bekliyor olduğumuz için daha stabil, uzun vadeli bir pozisyon arayışındaydık. ABD mi, Türkiye mi, Avrupa mı derken Kuveyt’ten gelen reddedilemeyecek teklif hayatımızın yönünü belirledi.

Aslında Kuveyt aklımızda bile yoktu; İzmir’den tanıdığım bir hocamın burada çalışmaya başlaması sayesinde haberdar olmuştum. Birçok başvuru arasında en hızlı, ısrarlı ve kararlı dönüş onlardan geldi. Kızımız Arven’i beklediğimiz o günlerde karar vermek de zor olmadı. Hatta hemen, 2015 yılının Ocak ayında başlamamı istemişlerdi ama ben Eylül’e kadar süre istemiştim. Kuveyt’e imza attıktan sonra Max Planck’tan gelen kabul yazısı kafamı fena halde karıştırdı. Bir yanda çok prestijli, yıllardır hayalini kurduğum bir kurum; diğer yanda yeni doğacak bir çocuk ve daha yerleşik bir hayat ihtiyacı. Sonunda kararımızı değiştirmedik ve Kuveyt’e gelmeye karar verdik. Max Planck hala aklımın bir köşesinde duruyor; emekli olmadan, kısa da olsa bir süreliğine gitmeyi hala istiyorum.

Kuveyt Şehir Merkezi (Kaynak: Wikipedia)

Kızımız henüz bir aylık olduğu için önce tek başıma geldim. Buradaki ilk ayımı, üniversitenin benim için ayarladığı bir otelde geçirdim. Bu esnada hem işe gidip gelmeye alışmaya çalışıyor hem de başımızı sokacağımız evi arıyordum. Daha önce İzmir, Porto ve Tainan’da ulaşım işini toplu taşımayla, yürüyerek ya da bisikletle halletmiş biri olarak, Kuveyt’te arabalara göre tasarlanmış hayat beni epey şaşırttı. Yaptığım ilk işlerden biri, beni her gün işe götürüp getirecek bir taksici bulmak oldu. Hala arabasız kaldığımızda ya da havaalanına gitmemiz gerektiğinde aradığımız Bangladeşli taksici dostumuz Nizam’la o zaman tanıştım. İlk günlerden kalan en net hatırladığım şey, yakıcı sıcaktı. “Ben İzmirliyim, ne kadar sıcak olabilir ki?” diye düşünerek otele 15 dakika uzaklıktaki markete yürümeye kalkıştığımda, yarı yolda bir kafeye zor atmıştım kendimi. Bu arada evet, Kuveyt çok sıcak; ama bunu sadece kapalı bir mekandan çıkıp arabaya binerken hissediyorsunuz. Üstelik, arabada sürekli bir ceket bulunduruyoruz ki kapalı alana girdiğimizde (dışarısı 50 derece olsa bile) üşümeyelim. Hatta kızımız uzun bir süre İzmir’in Kuveyt’ten daha sıcak olduğunu iddia ediyordu, çünkü Kuveyt’te sıcak havaya çok nadiren maruz kalıyordu. Bu arada yazın hala İzmir’deki yakınlarımız bize “Burası da çok sıcak” diyorlar, yapmayın 🙂

Selin ve Arven gelmeden önce halletmem gerek en önemli şey kalacağımız evi bulmaktı. Kuveyt’te her keseye, her zevke uygun ev bulmak mümkün. İlk evimizin kampüse yakın olmasına dikkat ettim. Şansımıza hem kampüse yakın hem de deniz manzaralı bir ev bulabildik. Ev eşyalıydı ama yine de kişisel eşyalar ve en önemlisi kızımızın uyuyacağı beşik gibi şeyler eksikti. O günlerde İkea’ya gidip beşik ve birkaç temel eşya aldığımı, beşiği odada kurup bitince Selin’e fotoğraf gönderip, görüntülü aramalar ile gelişmeleri anlattığımı hala net hatırlıyorum. Aradan geçen on yılda Türkiye’deki kiraların nasıl da burada ödediğimiz kiraya yaklaştığını da hayretler içinde izledik. Şu anda oturduğumuz evin kirası altı yıldır değişmedi, hatta Covid zamanında ufak bir indirim bile yaptılar.

İlk Yıllar ve Alışma Süreci

Geriye dönüp baktığımda, Kuveyt’te ne kadar çok şeyin farklı olduğunu ve bunlara ne kadar alıştığımızı görebiliyorum. Burada yaşayan yabancı nüfusun büyüklüğü Kuveyt’i oldukça çok kültürlü bir ülke yapıyor. Özellikle yemek konusunda bunu çok net görüyorsunuz: Asya, Avrupa ve Amerikan mutfağından örnekler sunan birçok restoran var. Tayvan’daki dil bariyerinden sonra, burada İngilizceyle hayatı sürdürebilmek büyük rahatlık oldu bizim için. Dünyanın en zengin ülkelerinden birinde yaşamanın getirdiği tuhaf konforlara da alıştık. Marketlerde torbaları sizin için dolduran ve isterseniz arabaya kadar taşıyan çalışanlar var örnek olarak. Bu uygulamaya alışmakta ilk zamanlar zorlandık ve bir süre poşetlerimizi kendimiz doldurmakta ısrar ettik. Benzinin sudan ucuz olması da kanıksadığımız bir başka şey. Hemen her ürünün eve servisi var ve çok hızlı. Ya da daha uç örnekler olarak Kampüste Maserati standı görmek (kampüste iki tane katlı otopark, bir tane de açık otopark var), kız öğrencilerin YSL ya da Louis Vuitton çantalarını sınıfta alelade bir şeymiş gibi öylece yere bırakmaları, ya da sokakta 50 derece güneş altında kaldırıma parkedilmiş McLaren veya Ferrari görmek artık sıradan hale geldi.

Kampüsteki Maserati standı

İş Hayatı

Profesyonel açıdan en büyük değişimi burada yaşadım. Bir eğitim üniversitesinin mühendislik fakültesinde çalışıyorum. Buraya gelmeden önce alışkın olduğum akademik ortamı bulamamak beni zorladı. Devlet üniversitelerinden sonra özel üniversite sistemi başta bana oldukça farklı geldi. İlk yıllarda akademik ortamı yadırgadım, bazı bildiklerimi unutmam gerekti ama zamanla alıştım. Buradaki geniş Türk akademisyen topluluğu da adaptasyon sürecimi çok kolaylaştırdı. Büyüklerimden çok şey öğrendim. On yıl önceki halimle karşılaştırınca inanılmaz bir tecrübe kazandığmı görebiliyorum. Şimdi sınıfta kendimi çok daha rahat hissediyorum.

Öğrencilerle daha sabırlı, anlayışlı, çözüm odaklı bir öğretmen oldum. Her ne kadar sınıfa hazırlanarak gitsem de doğaçlamaya güvenmeyi öğrendim. Erteleme alışkanlıklarımı azalttım ve zamanımı daha iyi yönetmeye başladım. Eğer bir sorun çıkarsa çözebileceğime olan inancım tam. Gördüğüm yanlışları çekinmeden, eskisine göre daha az sivri bir dille de olsa, söylemekten çekinmiyorum. Meslek hayatımda doğru şeyleri yaptığıma dair içimde bir kanaat oluştu ve bu da kafamı, vicdanımı rahatlatıyor.

Kızımızın biraz büyümesiyle eşim Selin de çalışma hayatına geri döndü. Şu anda Kuveyt’in en iyi okul öncesi eğitim kurumlarından birinde öğretmen olarak çalışıyor. İşinden ve gördüğü sevgiden oldukça memnun. Evde iki öğretmen olunca armut da dibine düşüyor ve kızımızın da şu anki hedefi büyüyünce annesi gibi öğretmen olmak (benim işimi sıkıcı buluyor). Hatta şimdiden okulu tatil olduğu günlerde annesinin yanında asistan öğretmenlik yapıyor.

Kızımız Arven annesinin sınıfının yeni öğretim yılına hazırlanmasına yardım ediyor.

Kişisel Gelişim

Kişisel gelişim hanesinde ise en büyük tecrübemiz ebeveynlik oldu. Buraya geldiğimde kızımız henüz bir aylıktı. Bir çocuğun sorumluluğunu üzerimize aldık. Rutinlerimizden, alışkanlıklarımızdan ve boş zamanımızdan feragat etmeyi öğrendik. Kuveyt’e gelmeden önce tam bir öğrenci hayatı yaşıyorduk; burada ise bir ev kurup onu çekip çevirmeyi öğrendik. Kızımız büyüdükçe sorunlar da değişmeye başladı. Zaman zaman zor da olsa kendimizi değiştirmeye, bildiklerimi unutmaya çalıştık. Bütün bunları yaparken ne yazık ki her zaman ailelerimizle birlikte olamadık. Küçük ailemiz mutlu anları paylaştığı gibi zaman zaman da hastalık gibi zor dönemlerden geçti; ancak şükürler olsun, bu testlerin hepsinden daha güçlü ve birbirimize daha bağlı olarak çıktık. Ne mutlu ki Kuveyt’te de, Portekiz ve Tayvan’da olduğu gibi arkadaş konusunda çok şanslıyız. Yabancı bir ülkede, ailelerimizden ayrı yaşayan insanlar olarak her ihtiyaç duyduğumuz anda yakın arkadaşlarımız yardımımıza koştu.

Burada geçen on yıldan sonra, sahip olduğum bazı önyargıların ne kadar boş olduğunu gördüm. Kuveyt bana insanlara karşı hoşgörülü olmanın daha doğru bir yol olduğunu, bir yargıya varmadan önce anlamaya ve tanımaya çalışmanın önemini öğretti. Birçok kez konfor alanımızdan çıktık. Sivri uçlarımız, köşelerimiz biraz törpülendi sanki. Reddetmek, kestirip atmaktansa anlamaya çalışmaya ve uyum sağlamaya çabalamaya başladık. Ama istemediğimiz şeyler karşısında da “hayır” demeyi öğrendik. Son olarak, sanırım bu Kuveyt’ten bağımsız ve yaşla da alakalı, ama kültürel ve sosyal hayat konusnda biraz daha muhafazakar olmaya başladım. Sanırım dünyadaki değişim artık benim için çok hızlı ve gereksiz olmaya başladı.

Kuveyt’te Günlük Hayat

Bir zamanlar “Kuveyt’in en güzel yeri havaalanı” derdim, şimdi tatillerin bir kısmını bile burada geçiriyoruz. Ramazan’da iftar saatinde bomboş sokaklara alıştık. O kadar çok kum fırtınası gördük ki artık sosyal medyada paylaşmıyoruz bile. Zorlu iklim koşulları sebebiyle senenin önemli bir bölümünü de kapalı mekanlarda, yani alışveriş merkezlerinde geçirmek zorunda kalıyoruz. Burada günün her vakti bir alışveriş merkezinde spor kıyafetlerini giymiş, tempolu bir şekilde yürüyüş yapan insanlar görmek çok normal.

Kampüste kum fırtınası.

Bizim için de alışveriş merkezleri istemeden de olsa hayatımızın bir parçası haline geldi. Kuveyt ve alışveriş merkezi deyince The Avenues’dan bahsetmemek olmaz. Kendisi dünyanın en büyük alışveriş merkezlerinden birisi. Evimize oldukça yakın olması nedeniyle de bizim için birinci tercih oluyor her zaman. Kendisi o kadar büyük ve sürekli değişim halinde ki hala girmediğimiz mağazalar ve kısımlar, hala oturmadığımız Starbucks şubeleri var. Kendisini geçtiğimiz sene 30 kere ziyaret etmişiz.

The Avenues’a yaptığımız ziyaretlerden birinde

Bizi tanıyanların bildiği üzere sakin bir hayatı tercih ediyoruz. Zaten haftaiçi iş ve okulla geçiyor. Hafta sonlarında sevdiklerimizle, tercihen evde, uzun akşam yemeklerinde toplanıp muhabbet etmek, sonrasında bir film izlemek ya da gitar eşliğinde şarkı söylemek Kuveyt’teki sosyal hayatımızın özeti gibi. Bu Portekiz’de de böyleydi; Kuveyt’te aynı şekilde (Portekiz şarapları haricinde) devam ediyor. Güzel havalarda ise, deniz kenarında sakin bir öğleden sonra geçirdikten sonra akşam yemeği için Kuveyt’in sunduğu geniş yelpazeden bir restoran seçiyoruz.

Kuveyt son derece güvenli bir ülke. Sınıflarda ya da kafelerde masaların üstünde öylece bırakılan iPad’ler veya tefelonlar görmek münkün. Üniversitede ofisimin kapısını hiç kilitlemiyorum. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama, etrafta hiç polis olmamasına rağmen en ufak bir sorunda özellikle trafik polisleri hemen yanınızda bitiveriyorlar. Görebildiğim tek sorun trafiğin biraz tehlikeli olmasıydı, ancak bu da son dönemlerde alınan önlemlerle daha iyi hale gelmeye başladı gibi.

Gelecek ve Değerlendirme

Kuveyt’te on yıl gerçekten çabuk geçti. İlk zamanlar hep “bir gün gideriz” diyordum ama artık alıştık. Yaş ilerledikçe ülke değiştirmek zorlaşıyor ve Kuveyt’in sağladığı maddi imkanlara ne yazık ki çok alıştık. Ayrıca düşünmek zorunda olduğumuz bir kızımız var ve şu an burada aldığı eğitimden oldukça memnunuz. Zaman geçtikçe sonrası için de alternatiflerimiz azalıyor. Buradan sonra ne yaparız, nereye gideriz bilemiyorum. Buradaki hayatımızı birer sene olarak planlıyoruz. Şu an buradayız; seneye ya da iki-üç sene sonra ne olur bilemiyoruz.

Üzücü ama Kuveyt’teki hayatımızı planlarken hiçbir zaman uzun vadeli düşünemedik. Hep daha iyi mobilyaları, daha iyi beyaz eşyaları İzmir’deki evimize aldık. Çünkü şunu biliyoruz ki, gelecek yıllarda ne olursa olsun, bütün yollar sonunda Türkiye’ye ve o hep hayalini kurduğumuz ama tam olarak nasıl ve nerede olduğunu bilmediğimiz hayallerimizin evinde bir emekliliğe çıkıyor. Köklerimiz orada ve bir gün oraya dönmeyi umuyoruz.

Kuveyt’in çok kültürlü yapısının kızımıza büyük katkı sağladığına inanıyorum. Bazı önyargılardan habersiz büyüyor, bu bizim için çok büyük bir kazanç. Ülkedeki expat yoğunluğuna rağmen dengeyi koruyabilen ve herkes için güvenli ve huzurlu bir ortam sağlayan Kuveytliler de teşekkür edilmeyi hak ediyor.

Geçen on senede Kuveyt bizim için ev olmayı başardı. Öyle ki, artık tatillerin sonuna doğru buradaki düzenimizi aramaya başlar olduk. Özellikle kızımız buraya oldukça bağlı ve başka ülkeye gitmeyi kabul etmiyor. Bizim için Kuveyt artık böyle bir yer.

Kuveyt’teki her yılımızın sonunda çektiğimiz polariod fotolar buzdolabımızı süslüyor.

2023 Nasıl Bitti

2024 yılının dörtte biri geride kalmışken, 2023 yılını nasıl bitirdiğimden bahsettiğim bir yazı yazmak benim için bile absürt bir durum. Aslında bu yazıyı güz döneminin son dersine girdiğim günlerde, Ocak ayının ortalarında yazmam gerekiyordu. Ancak yaklaşık iki ay boyunca mücadele ettiğim ve daha yeni yeni tam anlamıyla kurtulduğum bir sağlık problemi yüzünden işler hiç de planladığım gibi gitmedi.

2023 Güz Dönemi, 10 & 11. Haftalar başlıklı yazıyı yazdıktan sonra 12. ve 13. haftalarda üçlü integralleri bitirip vektör alanlarına giriş yaptık. Sonrasında ise Aralık ayının son ve Ocak ayının ilk haftasını kapsayan kış tatiline girdik. Burada bir yan not olarak kış tatilini Kuveyt’te geçirdiğimizi belirteyim. Kış tatilinden döndükten sonra plana göre ilk haftada vektör alanlarını bitirip doğru (ya da eğri) üzerinde integralleri ve Green Teoremi‘ni verdikten sonra, takip eden haftada da final sınavı için bir genel tekrar yapacaktık. İlk haftada işler planladığım gibi gittiyse de genel tekrar yapacağım son haftada bacaklarımda bir rahatsızlık hissetmeye başladım. Başlarda bu rahatsızlık hareketlerime çok engel olmasa da şikayetlerim hızla arttı. İşler artık dersi zaman zaman tahtaya tutunarak anlatma aşamasına gelince daha fazla ısrar etmeyip rapor aldım ve dönemin son dersine giremedim. Takip eden haftalar hastanede yatmalı, tüpler dolusu kan vermeli, 8-10 farklı doktor görmeli zor bir süreçti. Kimileri böyle dönemlerde matematikle uğraşmayı kafayı toplamak (ya da dağıtmak) için iyi bir fikir olarak görse de benim içimden hiç bir şey yapmak gelmedi – evde olduğum zamanlarda sadece ağrısız bir şekilde evde oturup TV seyretmek istedim. Rahatsızlığım nedeniyle bahar döneminin ilk haftasında da raporlu olduğum için derslere giremedim ancak dönemin ikinci haftasında hızla iyileşmeye başlayıp derslere girmeye başladım. Hatta geçtiğimiz hafta uzun zamandır ara vermek zorunda kaldığım kampüs yürüyüşlerime de tekrar başladım.

Bu dönem lineer cebir anlatıyorum, ancak dönemi neredeyse yarıladığım için geçen dönemdeki gibi ders günlükleri tutamayacağım. Zaten vakit darlığı sebebiyle de geçen güz dönemindeki yazıları istediğim şekilde yazamadım. Asıl amacım her hafta derste bahsettiğim konular (ilginç bir sonuç ya da problem gibi) hakkında biraz detaylı yazılar yazmaktı ama olmadı. Aklımda yazın daha çok matematik yazma konusunda fikirler var, umarım gerekli zamanı ve enerjiyi bulurum.

Aralık ayının sonlarında Kuveyt’te beraber çalıştığım iki çok değerli meslektaşım Ünal (Ufuktepe) ve Sinan (Kapçak) hocalara veda ettik ve Ünal Hoca’yı ABD’ye, Sinan’ı ise Hollanda’ya yolcu ettik. Kuveyt’e gelmeden önce üçümüzün de yolu İzmir’den geçmiş olmasına rağmen tanışmamız Kuveyt’te oldu. İkisi de bölümde kendime yakın bulduğum, iyi işler yapan ve konuşmaktan zevk aldığım kişilerdendi. Kendileriyle yaptığımız kampüs yürüyüşlerimizi ve Ünal hocanın organize ettiği tartışma grubu sohbetlerimizi çok özleyeceğim. Özellikle Ünal hoca enerjisi, hayata bakışı ve çalışkanlığıyla Ağacık, Tuncay ve Uğur hocalar ile birlikte örnek aldığım ve tecrübelerinden yararlanmak ve tavsiye almak için ilk gittiğim kişilerdendi. Gitmelerine kendim ve bölüm adına üzülsem de kendileri için oldukça sevindim.

Yukarıda da bahsettiğim gibi kış tatilini Kuveyt’te geçirdik ve iki haftayı ailecek ve buradaki dostlarımızla birlikte bir şeyler yaparak değerlendirdik. Yılı da evde sevdiklerimizle birlikte imece usulü organize ettiğimiz yılbaşı partisiyle noktaladık. Zor geçen iki aylık süreç ve kış tatilini Kuveyt’te geçirdiğimizden olsa gerek, yaz tatili için şimdiden üç adet tatil planladık bile. Şimdilik bu kadar, herkese öncelikle sağlık ve mutluluk diliyorum.

Portekiz, Tayvan ve Kuveyt’te Matematik

Geçtiğimiz günlerde, Matematiğin Peşinde adlı Youtube kanalından Ezgi Hanım ile “Portekiz, Tayvan ve Kuveyt’te Matematik” başlıklı bir söyleşi yaptık. Benim için güzel bir deneyim oldu. Ayrıca Youtube kanalında daha bir çok (hatta belki daha da ilgi çekici) video var. Bir göz atmanızı tasiye ederim.

Eğer ilgilenirseniz video iki parça halinde burada ve burada. Videoda bahsettiğim (ya da bahsetmeyi unuttuğum) bir kaç konuya buradan ekleme yapmak istiyorum. Aslında basit bir Google aramasıyla bulunabilse de, Portekiz’deki doktora programının sayfasından program hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Tek senelerde dersler Porto’da, çift senelerde de Coimbra’da oluyordu ben oradayken, hala da öyledir sanırım. Daha sonra danışmanınız hangi üniversitedeyse oraya kayıt olup diplomanızı da o üniversiteden alıyorsunuz. Normal süre 1 yıl ders + 3 yıl tez olarak dört yıl. Burslar da dört yıllık. Geçenlerde doktora hocam Christian’dan öğrendiğime göre son zamanlarda yapılan bir değişiklikle, burslar artık projelere verilmeye başlanmış. Yani yanlış anlamadıysam hangi hocanın öğrencisinin burs alacağı önceden belli oluyor. Bu durum benim gibi oraya kimle çalışacağına karar vermiş arkadaşlar için avantajlı olabilir sanırım.

Videoda da belirttiğim gibi, Türkiye’de çok bilinmiyor sanırım ama hem Porto hem de Coimbra’da (ve ayrıca Lizbon’da) oldukça güçlü ve aktif matematik bölümleri var. Hocalar arasında doktorasını İngiltere, Fransa ve ABD’de yapanlar bir hayli fazla. Her sene gelen giden bir sürü matematikçi oluyordu. Hatırladığım kadarıyla, kendi alanımda çalışanlardan ben oradayken Porto’yu ziyaret edenler arasında Edmund Puczylowski, Patrick Smith, Agata Smoktunowicz, Estanislao Herscovich, Engin Büyükaşık, Jerzy Matczuk, Jawad Abuhlail, Miodrag Iovanov, Tuğba Güroğlu… bulunuyordu. Kesin unuttuğum isimler vardır. Ayrıca iki tane de Fields madalyası sahibi, Atiyah ve Kontsevich de ben oradayken gelmişlerdi. Bir de tamamen alakasız olarak, Beşiktaş da iki sezon Şampiyonlar Ligi için Porto’ya gelmişti. Futbola meraklıysanız Porto ya da Boavista’nın maçlarını canlı canlı seyredebilirsiniz.

Neyse, bu kadar reklam yeter.

Até logo!

Kısa, buruk bir Türkiye tatili ve Covid-19 testi

Herkese selam. Öncelikle buraya Covid-19 testi için geldiyseniz, kendi test deneyimimden bahsederek başlamak istiyorum.

Covid-19 Testi

Kuveyt’e 22 Ağustos Cumartesi sabahı saat 04:35’te varacaktım. Kuveyt Covid testinin geçerlilik süresini 72 saat olarak belirliyor. Bu yüzden de testi en erken Çarşamba günü yaptırabilirdim. Test için ilk seçeneğim Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ydi. 18 Ağustos Salı günü öğleden sonra DEÜ Hastanesine gittiğimde bana günde sadece 25 test yaptıklarını ve test yaptırmak istediğim zaman sabah erken saatte (sabah 7:00 civarında) oraya gidip 25 kişilik listeye girmeye çalışmamı tavsiye ettiler. Bunun üzerine bir de Poligon’da bulunan İzmir Halk Sağlığı Müdürlüğü Ek Binası’na gittik. Burada da bize testlerin her gün saat 15:00’te başladığını ve yine biraz erken gelip isim listesine adımızı yazdırmamızı söylediler. 25 kişi sınırlaması olmaması nedeniyle testi Halk Sağlığı Müdürlüğü’nde yapmaya karar verip oradan ayrıldık.

Test için 19 Ağustos 2020 Çarşamba günü saat 14:15’te oradaydık. Listeye adımı yazdıktan sonra da test ücretini (250TL) orada bulunan Halkbank ATM’sinden kartsız işlem yaparak havale ettim. Sanırım test ücretleri önceden testi nerede yaptıracağınızdan bağımsız olarak Halkbank şubelerine yatırılıyormuş. Ancak bu uygulama geçen hafta değişmiş. Mesela DEÜ Hastanesi’nde de bana test ücretinin orada bulunan vezneye yapılacağı söylenmişti. Bunu test yaptıracağınız kurumda tekrar teyit etmekte fayda var. Testlerin yapılması, isim listesine yazılan sıraya göre yapıldı. Ben testimi yaptırıp sürüntü örneğimi verdiğimde saat 15:20 civarıydı. Yani aşağı yukarı 1 saatte işimiz bitmişti.

Test sonuçlarına yaklaşık 24 saat sonra e-nabız’dan ulaşabileceğimiz söylendi. Ancak Cuma sabah olduğunda (yani 36 saatten fazla geçmesine rağmen) ben test sonucumu göremedim. Bunun üzerine testi yaptırdığım binaya gidip testin çıktısını almak zorunda kaldım. Neyse ki test sonucunu İngilizce olarak da veriyorlar ve çeviriyle uğraşmak zorunda kalmadım. Bu arada, gerek test aşamasında gerek de test sonrasında Halk Sağlığı Müdürlüğü çalışanları çok yardımcı oldular. Özellikle test günü (ne yazık ki) adını ve unvanını bilmediğim bir beyefendi bütün herkesin sorularını tek tek, sabırla dinleyip cevapladı.

Test sonucumu aldığımda aslında test sonucunun 20 Ağustos Perşembe günü saat 16:30’da (yani yaklaşık 24 saat sonra) çıktığını gördüm. Ancak teknik bir aksaklık nedeniyle benim sonucum e-nabız’a düşmedi. Kendi seyahat edeceğiniz ülkenin test geçerlilik süresine ve seyahat/varış tarihinize göre kendi test programınızı ayarlamalısınız.

Bu anlattıklarım 17-21 Ağustos haftası için geçerlidir. İlerleyen günlerde güncelliğini kaybedebileceği için kendinizin de test yaptıracağınız zaman bu bilgileri teyit etmenizi tavsiye ederim. Bilmeyenler için, testi yaptırdığım merkezin konumu şurası:

Covid 19 testi kısmı böyleydi.

Tatil Anıları

Kuveyt’te bilmemkaçıncı e-learning bittikten ve notlar duyurulmak üzere teslim edildikten sonra beklenmedik ve ani bir şekilde üniversite yaklaşık 10 günlük bir yıllık izin verdi. Bu o kadar ani oldu ki, iznin duyurulması ve başlangıç tarihi arasında sanırım 2 gün falan vardı. Covid koşullarında seyahat etme konusunda tereddüt ettim ilk başlarda ancak hiç tatil yapmadan 2020-2021 öğretim yılına başlamak da iyi bir fikir değildi. Ayrıca biricik kızımı da 2 aydır görmemiştim. Her zamanki gibi Selin’le durumu değerlendirip İzmir’e gitmeye karar verdim. 1-2 saat içinde biletimi almıştım ve 12 Ağustos günü İzmir’e seyahat edecektim. Bu arada seyahatimi aşagıdaki kılıkta tamamladım:

Tatil aslında iyi başlamadı. Jazeera Airways uçuşu kalkışa saatler kala iptal etti ve bana 2 gün sonrasına bilet vermeye kalktı. 11 Ağustos gecesi Kuveyt’te son saatlerimi Jazeera biletimin parasını geri alıp başka uçuş aramakla geçirdim. Ayrıca sabah beni havaalanına götürmesi için anlaştığım taksici de gelmedi, ancak şanslıydım ve sabahın 5’inde kapıdan geçen bir taksici bulabildim! Neyse ki planladığım tarihte, hiç gün kaybetmeden İzmir’e vardım.

Çarşamba, Perşembe ve Cuma günlerini aile bireyleriyle İzmir’de geçirdikten sonra haftasonu Çeşme’ye geçtik. Çeşme her zamanki gibi çok güzeldi ve Ağustos ayına göre oldukça tenhaydı. Tatili dolu dolu geçirmeye o kadar istekliydim ki sabahın 7’sinde uyanıp Ilıca plajına yürüyüşe giden Selin’e ve sevgili yengem Elvan’a eşlik bile ettim.

Yukarıda bahsettiğim PCR testi için Salı günü Çeşme’den DEÜ hastanesine geçtik. Bu arada DEÜ hastanesi covid kliniğinde karşılaştığım ortam oldukça ürkütücüydü. Her tarafta şeffaf plastik perdeler ve ful koruyucu kıyafetler giymiş doktorlarla ortam tam bir bilim kurgu filmi seti gibiydi. Çarşamba günü test yaptırdıktan sonra Selin’le son bir gün için tekrar Çeşme’ye geçtik ve Çarşamba ve Perşembe gecelerini de orada geçirdik. Tatilin son günleri test sonucunun e-nabızda bir türlü görünmemesi yüzünden biraz stresli geçti ve Cuma sabah Çeşme’den ayrılıp yol üstünde test sonucumu aldıktan sonra yolculuğu beklemek için Karşıyaka’ya geçtik.

Tatil buruk geçti çünkü kısaydı. Yapmak istediğim bir çok şeyi yapamadım. Çok istediğim halde, hem kendimin hem de onların sağlığını düşündüğüm için dostlarımla görüşmedim. Karşıyaka çarşıya çıkmadım, Bostanlı sahile gitmedim, bırakın fotoğraf çekmeyi, yüküm hafif olsun diye valizsiz seyahat ettim ve makinemi yanıma almadım.

Bütün burukluğuna rağmen tatilin iyi yanları da vardı tabii. Kısa da olsa kızım, eşim ve ailemle hasret giderdim (ama yine de doyamadım). Kuveyt’te bulamadığım için bol bol bira ve rakı içtim. Tatilin en tatmin edici kısmı işin gastronomik boyutu ve özellikle Çeşme’de bahçeye yapılan fırında pişen yemeklerdi sanırım (ama yine de Çeşme’de kumru yiyecek bir fırsat bulamadık). Bir dahaki sefere fırında neler yapabiliriz diye şimdiden düşünmeye başladık!

Ne kadar kısa da olsa tatil tatildir. Şimdi düşünüyorum da, Selin’le İnönü Caddesi’nde trafikte geçirdiğimiz vakit bile çok kıymetliymiş. İnsanın bunaltıcı iş ortamından uzaklaşıp kendini yenilemesi önemli.

Kuveyt’e giriş yaptıktan sonra 14 gün boyunca zorunlu karantinadayım. Burada Sağlık Bakanlığı telefona kurulan bir uygulama ile karantinayı ihlal edip etmediğinizi takip ediyor. Belirli aralıklarla telefona bir bildirim geliyor ve belirli bir süre içinde uygulamayı kullanıp bir selfie çekiyorsunuz. Sanırım uygulama konum bilgisine de ulaşıp sizin karantina için belirttiğiniz adreste olup olmadığınızı takip ediyor. Hayatımda hiç bu kadar selfie çekmemiştim.

Kuveyt’e döner dönmez işlere kaldığım yerden devam ediyorum. Şimdi önümüzde yine, yeni, yeniden Calculus II anlatacağım bir e-learning ve bir an önce bitmesi gereken, yılan hikayesine dönmüş bir makale var.

Tarihte Bugun

Eger gunun birinde belki kibarliktan, belki de meraktan bana “Ee, Portekiz’de hayat nasil/nasildi?” gibi bir soru sorma talihsizligini yasadiysaniz bu ulke hakkindaki goruslerimi biliyorsunuzdur. Ancak kayitlara gecmesi ve daha once bu sorunun cevabini benden duymamis kisiler icin burada kisaca bir kez daha ifade edeyim: Dunya’nin diger ulkelerini gormeye ihtiyacim yok – Portekiz benim icin dunya uzerindeki en guzel ulke. Bu kadar da net soyluyorum. Bunun nedenlerini uzun bir sekilde, baska bir yazida anlatirim umarim.

* * * * *

Portekiz demek tabi bir taraftan da Portekizce demek. Portekizliler ve onlarin inisli-cikisli, coskulu konusmalarini duyup da bu dile hayran olmamak mumkun olsa da sempati duymamak mumkun degil diye dusunuyorum. Cumlede vurgunun her zaman yuklemden onceki kelimede, kelimede vurgunun da son hecede oldugu, (bence) mekanik ve tekduze Turkce’den sonra Portekizce (ve benzeri diller) kulaga daha hos geliyor. Ya da en azindan benim kulagima daha hos geldi. Simdi bu Portekiz ve Portekizce hayranligimi itiraf etmeme kanip da cok guzel Portekizce konustugumu sanmayin. Ne yazik ki Portekiz’de gecirdigim yaklasik bes yila ragmen bu dili gerektigi akicilikta konusamiyorum. Zamaninda onemsemedim, ogrenmesi de zor bir dil oldugu icin cok da caba sarfetmedim. Eh caba sarfetmeyince de iste Portekizce seviyeniz benim gibi “derdimi anlatacak kadar” seviyesinde kaliyor. Ancak yine de arada sirada Portekizce film seyrederken bazi cumleleri anlama konusunda fena olmadigimi gorup de seviniyorum, bir sekilde avunuyorum iste.

* * * * *

Uc yil once bugun, 12 Mart 2013 aksami, Selin ve ben Portekizce’yi ileri bir seviyeye cikarip bir siir dinletisinde siir okuduk. Olay soyle gelisti. Selin’le birlikte 2012-2013 ogretim yilinda, Portekiz devletinin duzenledigi Herkes icin Portekizce kursuna katildik. Burada hemen bir parantez acip Portekiz Devleti’nin bu kursa katilanlara ustune (hic de sembolik olmayan bir miktar) para odedigini de belirteyim. Selin A seviyesine kayit oldu, ben de daha once A seviyesini tamamladigim icin B seviyesine kayit oldum. Kurs ilerledikce kendi kendime neden A seviyesini de ayni kursta tamamlamadigima hayiflandim, cunku daha once gittigim kursa gore daha memnun kaldim. A seviyesini tamamladigim kurum bu isi bir nevi hayrina yapan vakif gibi bir kurumdu. Ancak tam bir okul olmadigi icin olsa gerek ben ogretmenlerden ve yontemlerinden pek memnun degildim acikcasi. Zaten ilk senemde kursu yarim biraktim ve A seviyesini anca ikinci senemde tamamlayabildim. Doktoramin son senesinde haftanin iki aksami ucer saati Portekizce’ye ayirma konusunda hic de istekli degildim. Yani kursa olan ilgim pamuk ipligine bagliydi. Neyse ki Selin’in israrlarina ek olarak cok iyi bir ogretmene denk geldim ve kursu tamamladim. Buradan kendisine saygilarimi gonderip kulaklarini cinlatayim, cok sempatik ve enerjik bir ogretmendi. Tum ders boyunca buyuk bir cosku ve heyecanla dersi anlatirdi. Gercekten isini severek yapan birisi oldugu belli oluyordu. Neyse, gel zaman git zaman aylardan Subat oldu. Bir gun derste ogretmen Mart ayinda bir etkinlik duzenlenecegini acikladi. Kisaca anlatmak gerekirse bir nevi okuma bayrami duzenlenecekti, ve kursa katilanlar Portekiz’in unlu sairlerinden siirler okuyacaklardi. Etkinlige katilim gonulluluk esasina dayaliydi. Siirle arasi pek de iyi olmayan ve durumu siir de yazmadigi halde “baskasinin yazdigi siiri neden okuyayim yahu” seklinde aciklayan bendeniz once olaya sicak bakmadim ve katilmaya yanasmadim. Ancak hemen yanimizdaki sinifta Selin olaya muazzam bir giris yapmis, sinifin en parlak ogrencisi olmasi nedeniyle hemen hemen her siirde bir parca almisti (siirleri cogunlukla birkac kisi paylasarak okuduk). Neyse ki benim de gaza gelip olaya girmem uzun surmedi.

* * * * *

Bana verilen siirler arasindan birisi daha ilk basta gozume carpmisti. Hani olur ya, bir secim yapmaniz gerekiyordur ve ne kadar dusunurseniz dusunun ilk basta gozunuze carpan/akliniza takilan secenekte karar kilarsiniz ve sonunda dogru secimin o oldugu ortaya cikar. O secimi yapacaginiz sanki cok onceden, henuz her sey bir gaz ve toz bulutundan ibaretken belirlenmistir. Bana da siir secimi konusunda oyle oldu. Secimimi ogretmene ilettigimde o da zaten benim onu sececegimi dusundugunu soyledi ve siiri Selin’le birlikte okumamizi tavsiye etti. Zaten az miktarda olan okuru fazla bekletmeden hangi siiri okudugumuz soyleyeyim. Okudugumuz siir Eugénio de Andrade’den “Um rio te espera” (Turkce’si “Bir nehir seni bekliyor”) adli eserdi. Hah, soylemeyi unuttum, okuyacagimiz siirlerin hepsi Porto’yla ilgiliydi. Icinden nehir gecen sehirlerin ayri bir havasi oluyor. Bir kere kesin birileri o nehir hakkinda bir siir yazmistir. Bizim siir de adindan anlasilabilecegi gibi D’ouro ile ilgiliydi. Selin’le bayagi bir calistik siir icin. Selin ozellikle o abandonado kelimesini Ingilizce’deki gibi telaffuz etmekte uzun bir sure israr etti:) Ogretmeni de her defasinda sabirla duzeltti Selin’i.

* * * * *

Sonunda beklenen gun geldi catti ve Selin’le birlikte siirimizi kazasiz bir sekilde okuduk. Ben sadece bir siir okudum, Selin kac tane siirde gorev aldi hatirlamiyorum, sayamadim bile. Sahneden hic inmedi desem abartmis olmam. Zaten kendisi de sinifin en onunde oturur, gozluklerini takar ogretmeni beklerdi. Ogretmeninin goz bebegiydi, afferindi Selin’e. Siirlerden sonra da ogrencilerin getirdigi kendi ulkelerine ozgu yiyeceklerden tattik, sohbet ettik ve guzel bir vakit gecirdik. Ilk baslarda sahne korkusu temelli tereddutlerimin bosuna oldugunu gordum ve hayatim boyunca hic unutmayacagim bir anim (ve unutamayacagim bir de siir) oldu, iyi ki katilmisim. Bu da Selin’le performansimizdan bir kare, Hale’nin objektifinden:

2013-03-12 19.16.34

Siiri merak edenler icin: Google’da kolayca bulabilirsiniz ama, sozlerini de yazayim da tam olsun. Asagiya siiriin hem Portekizce’sini hem de Ingilizce cevirisini yaziyorum. Turkce’ye cevirmeye cesaret edemedim (Ingilizce ceviri de bana ait degil zaten).

“Um rio te espera”

Estás só, e é de noite,

na cidade aberta ao vento leste.

Há muita coisa que não sabes

e é já tarde para perguntares.

Mas tu já tens palavras que te bastem,

as últimas, pálidas, pesadas, ó abandonado.

***

Estás só

e ao teu encontro vem

a grande ponte sobre o rio.

Olhas a água onde passam os barcos,

escura, densa, rumorosa

de lírios ou pássaros nocturnos.

***

Por um momento esqueces

a cidade e o seu comércio de fantasmas,

a multidão atarefada em construir

pequenos ataúdes para o desejo,

a cidade onde cães devoram,

com extrema piedade,

crianças cintilantes e despidas.

***

Olhas o rio

como se fora o leito

da tua infância:

lembra-te da madressilva

no muro do quintal,

dos medronhos que colhias

e deitavas fora,

dos amigos a quem mandavas

palavras inocentes

que regressavam a sangrar,

lembras-te da tua mãe

que te esperava

com os olhos molhados de alegria.

***

Olhas a água, a ponte,

os candeeiros,

e outra vez a água;

a água;

água ou bosque;

sombra pura nos grandes dias de verão.

***

Estás só.

Desolado e só.

E é de noite.

Ingilizce cevirisi de su sekilde:

“A river awaits you”

You are alone and it is night

in the city open to the east wind.

There is much you do not know

and it is too late for you to ask.

But you have words enough for you

the final ones,

pale, leaden, and you, abandoned.

***

You are alone

and the great bridge over the river

comes to meet you.

You look down to where the boats have passed,

the water dark, thick, murmuring

of lilies or or birds of night.

***

For a moment you forget

the city and its commerce-ridden ghosts,

its crowds scurrying to construct

little coffins for their desires,

that city where dogs devour,

with extreme piety,

children glistening

in their nakedness.

***

You look at the river

as if it were your

childhood bed:

you remember honeysuckle

on the backyard wall,

medronho fruit you gathered from the tree,

then threw away,

friends to whom you sent

innocent words

that returned bleeding,

you remember your mother

waiting for you,

eyes moist with joy.

***

You look at the water, the bridge,

the rows of lights,

and once again the water;

the water;

water or woods;

pure shadow

in the long days of summer.

Cok alakasiz, onemsiz, ve kucuk seylere anlam yuklemeye bayilirim. Mesela Porto’da kullandigim metro kartlari veya guzel bir yaz gununde bizi Vila Real’e tasiyan otobusun bileti hala durur cuzdanimda. Bu siire de ayri bir anlam asilamasam olmazdi. Ne bileyim mesela “nos grandes dias do verao” deyince Porto’da gecen ama bana nedense cocuklugumda Izmir’de gecirdigim uzun yaz gunlerini hatirlatan, nehir kenarindan once Foz’a oradan da belki Matosinhos’a kadar yurunen yaz gunlerini hatirlarim. “E ao teu encontro vem a grande ponte sobre o rio” deyince hemen yanibasinda, gunesli bir gunun aksamuzerinde dostlarla oturup neseyle bir-iki bira ictigimiz su kopruyu hatirlarim:

_DSC0348
E ao teu encontro vem a grande ponte sobre o rio

Neyse, dedigim gibi, siir herkese farkli anlam ifade edebilir. Ben ayni nehrin sularina baktigimda ne kadar derin dusuncelere dalsam da bu satirlari yazamazdim herhalde. Atlantik Okyanusu’na bakarken durum daha iyiydi, sanki biraz daha uzun baksaydim bir-iki misra cikacak gibi oluyordu. Neyse, zaten bu yuzden herkes sair olamiyor ya!  Son olarak, eger Selin ve benim performansimizi merak ediyorsaniz: uzgunum, elimde bir video yok. Yani dostumuz Hale’nin cektigi bir video var ama o da Turkiye’deki bilgisayarda. Ancak performansimizin Camane’nin performansina yakin oldugumuzu  soyleyebilirim 😛

Ya, o degil de, ben Porto’yu cok ozlemisim.

Tayvan’a Veda

Bugun bir baska sehre ve ulkeye daha veda ediyorum. Gidelim mi gitmeyelim mi derken gozumuzu karartip buralara geldik ve burada bir yil gecirdik bile. Gelmeden once buraya bu kadar alisip boyle bir bag kuracagimi tahmin etmemistim. Portekiz’den ayrilirkenki kadar olmasa da buradan ayrilacagima biraz uzuluyorum.

Buraya gelmeden once oldukca heyecanliydik. Selin’le bilgisayar basinda surekli Tayvan ve Tainan hakkinda arastirma yapip gezilecek yerlere bakiyorduk. Diger taraftan kucuk de olsa kafamizda bir “acaba” vardi. Ama bu kucuk endiselerimiz yersiz cikti. Selin bu konuda farkli dusunuyor olabilir. Eger iseterse kendisi konuk yazar olarak fikirlerini dile getirebilir.

Burada ne yazik ki biraz izole bir yil gecirdik. Bunda en onemli etken bence dil bariyeriydi. Selin de ben de Cince ogrenmeyi cok istedik. Ancak ilk geldigimizde kayitlar icin gec kalmistik, sonrasinda da kurs ucretlerinin asiri pahali olmasi nedeniyle bu istegimizi gerceklestiremedik. Aryica ben her ne kadar istekli olsam da yeni bir dil ogrenecek sabir ve motivasyonu bulamiyordum. Selin’le konusurken zaten hep gidecegimiz sonraki ulkenin Ingilizce konusulan bir ulke olmasinda hem fikir oluyorduk (bunda ne kadar basarili oldugumuz da bir sonraki duragimizin Kuveyt olmasindan anlasiliyor). Yine de sayica az olsa da cok guzel arkadaslar edindik. “Bak, olumu op, mutlaka Turkiye’ye de bekliyoruz!” diye ayrildik hepsinden.

Nedense icimde buralara, bu topraklara ve insanlarina dair bir his vardi hep. Artik izledigim animelerden ve filmlerden dolayi midir bilmiyorum ama buralara hep ilgi duymustum icten ice. Bu ilgi daha cok Japonya’ya yonelikti ancak Cin, Tayvan, ve Kore’yi de merak ettim hep. Burada daha uzun, en azindan 2-3 yil daha kalip, dillerini biraz da olsa ogrenip bu insanlari, aliskanliklarini, geleneklerini, dini inanclarini daha yakindan tanimak isterdim. Veya daha da guzeli Japonya’da bir kac yil gecirmek olurdu bir yere cakilip kalmadan once. Dogacak kizimizin ikinci bir adi da Chihiro ya da Satsuki olurdu ne guzel. Ne dersin Selo, Taipei’deki, Japonya’daki ya da Guney Kore’deki pozisyonlara basvursa miydik?

Ayni anda 5-6 hayatin, 5-6 ulkenin hayalini kuruyorum, 5-6 hayati birden yasamak istiyorum. Bir omrumu Tayvan’da, birini Japonya’da, Amerika’da, ve Brezilya’da; birini de elbette Portekiz’de. Butun bunlar ihtimal dahilindeyken bir secim yapip digerlerinden vazgecmek zor oluyor. Demek istedigim; hic Turkiye’den ayrilmasaydim, baska ulkelerin, baska hayatlarin mumkun oldugunu, hic de imkansiz olmadigini ogrenmeseydim belki eldekiyle yetinmek daha kolay olurdu sanirim. Bir de surecin sonunda ibre Kuveyt’i gosterince ortaya bir “hayaller Paris gercekler Eminonu” durumu cikiyor (yer yer verdigim mesajlardan Kuveyt konusunda biraz isteksiz oldugumu anlamissinizdir sanirim).

Tayvan’da bir yil gecti bile. 2014 yazina donup baktigimda buradaki ilk haftalarimizda yaptiklarimizi cok iyi hatirliyorum, hepsi daha dun gibi. Burada bir yilin ne cabuk gectigini dusununce hayat daha da kisa gorunuyor. 4-5 yil Portekiz’de, 1 yil Tayvan’da, kim bilir kac yil da Kuveyt’te gecirdikten sonra acaba kalici bir yerimiz olacak mi bilmiyorum. Omrunu surekli hareket halinde, oradan oraya seyahat edip geciren belki de yirminci yuzyilin en onemli matematikcisi Paul Erdos’e ozenmekle hata mi ettim acaba.

Kalbimin cok buyuk bir kismini ayrilirken Portekiz’de birakmistim. Onemli bir parcasini da burada birakiyorum. Bu guzel ulkeyi ve guzel insanlarini unutmayacagim. Neyse, olayi daha fazla dramatiklestirmeyelim.

So long and thanks for all the fish!

Tayvan’da Saglik Sistemi: Dis Tedavisi Durum Calismasi

Gecen Nisan ayinda Turkiye’den Tayvan’a donerken, Istanbul Ataturk Havalimani’nda pasaport kontrolunde polis memuru Tayvan’daki oturma iznimi gorunce sasirdi. Daha once hic Tayvan’la karsilasmadigini soyledi ve orada biraz sohbet ettik ayakustu. Cok da konusmaya uygun bir ortam yoktu haliyle sirada bekleyen insanlar oldugu icin. Ne is yaptigimi sordu, daha sonra da Tayvan’in Turkiye’den daha iyi sartlar sunup sunmadigini sordu. Ben de artik kisaca cevapladim sorularini. Pasaport kontrolunde bu tarz yapici konusmalara her zaman acigim. Ancak bir polis memuru sirf isguzarlik olsun diye “Askerligini yaptin mi sen bakiyim” gibi sorular sorunca biraz eksitiyorum yuzumu.

“Sartlar Turkiye’den daha mi iyi” sorusuna verilecek bir cevap dusundum sonralari. Yanlis hatirlamiyorsam o gun oradaki polis arkadasa kisaca “Evet sartlar iyi, ama biz ayrica macera olsun diye de gittik” gibi bir seyler gevelemistim. Zaten universitede calisip da zengin olunamayacagini sanirim herkes biliyordur artik. Dolayisiyla sartlar ne kadar iyi olabilir ki? Postdoc maaslari zaten doktora burslarindan hallice. Yani salt alinan maaslara bakarak bir karsilastirma yapmak mumkun olsa da cok dogru bir karsilastirma olmadigini dusunuyorum.

Yani biz Portekiz’de hayatin ne kadar ucuz oldugunu millete anlatmaya calisirken “Ya, ama, iste direk Euro’yu Turk Lirasi’na cevirip bir sonuca varmamak lazim” demekten dilimizde tuy bitmisti. Simdi, Tayvan’da durum biraz farkli. Burada oyle durumlar var ki (ozellikle saglik hizmetlerinde) direk TL’ye cevirip bile aradaki farki gormek mumkun.

Bu farklara ornek olarak Tayvan’daki saglik sistemi ve ulusal saglik sigortasinin nasil isledigini bir ornek uzerinden anlatmaya karar verdim. Gectigimiz gunlerde uzerinize afiyet dis agrisi cekmeye basladim. Zaten dislerimle aram hic iyi olmadi, o kadar fircalamaya, dis ipine, bakima ragmen beni hep yariyolda birakiyorlar. TOKI’nin verdigi evlerde oturup, AKP’nin verdigi sosyal yardimlari alip gidip HDP’ye oy verenler gibi nankorluk yapiyorlar (!) Oysa cevremdeki insanlarda oyle disler var ki, o kadar bakimsizliga, ilgisizlige ragmen bir gun bile agriyip sizlamiyorlar.

Neyse, politik mesaj vermeyi keselim. Aslinda dis agrisi da degil, hassasiyet olustu dislerimden birinde. Oyle ki hissedilen sicakligin 40 derece dolaylarindan inmedigi su gunlerde soguk su icemez olmustum. Normalde Izmir’e gidince yaptirmayi dusundugum tedaviyi burada yaptirmaya karar verdim. Hem Ulusal Saglik Sigortasi kartimi da gitmeden bir kez olsun kullanmis olurdum.

Selin’in dogum oncesi saglik hizmetleri icin National Cheng Kung Universitesi Hastanesi’ni tercih etmistik ve gayet memnun kalmistik. Bu dis mevzusu icin de ayni hastanenin dis klinigine gitmeye karar verdim ve atladim bisiklete hastanenin yolunu tuttum. Kayit yaptirip ikinci kata ciktim. Klinige girdigimde iceriden her turlu agiz ici is makinesi sesi geliyordu ve boylece dogru yerde oldugumdan emin oldum. Orada da kayit yaptirip 5-6 dakika bekledikten sonra iceri alindim. Sikayetimi anlattim ve film cektiler. Durum vahimdi, kanal tedavisi gerekiyordu.

Ancak ben Haziran sonunda ulkeden ayrilacagimi soyleyince kanal tedavisini uc haftada bitiremeyeceklerini soylediler. Ya baska bir dis hekimine gitmemi ya da Turkiye’ye donunce yaptirmami tavsiye ettiler. Bana da durumu idare edecek gecici bir tedavi yaptilar. Agrinin devam edebilecegini soyleyip bir de agri kesici verip yolladilar. Butun bu islem icin de ilaclar da dahil olmak uzere yaklasik olarak 17.5TL odedim.

Bu tedavinin ustunden bir hafta gectikten sonra ayni sikayetler tekrar bas gosterince “bu boyle olmayacak” deyip baska bir dis hastanesine gidip su tedaviyi yaptirip kurtulayim dedim. Gectigimiz Cuma gunu hemen yakinimizdaki, janjanli gorunen, icinde surekli hastalar olmasindan oturu de tercih edilen bir yer oldugunu dusundugum ozel bir dis hastenesine gittim cat kapi. Ertesi gune randevu verdiler. Detaylari geceyim, oradaki dis hekimi de kanal tedavisinin uzun surdugunu ve ayrica iki hafta boyunca randevularinin dolu oldugunu soyledi. Yani tedaviyi bitirecek zaman yoktu. Kendisi de universitedekilerle ayni islemleri uyguladi ve tedaviyi Turkiye’de yaptirmami soyledi. Ancak bu sefer sanki biraz daha fazla ugrasti. Buradaki dis hekimi agri kesiciye ek olarak iltihap ve sismeye karsi bir antibiyotik de yazdi ve eger ilaclara ragmen sislik gecmezse geri gelmemi soyledi.

Bu dis hastanesine tedavi icin gittigimde ilk olarak yaklasik 8-9TL para aldilar. Herhalde kayit ucretidir ve uygulanan tedaviye gore cikista ucreti alacaklardir diye dusundum. Cikista recetemi verdikleri zaman ne kadar ucret odeyecegimi sordum. Herhangi bir ucret odemeyecegimi soylediler. Emin olmak icin tekrar sordum, gorevliler bana biraz salak muamelesi yapmaya baslayinca daha fazla sormadim. Ilaclari alirken eczanede de para vermeyecegimi soyleyip yolladilar.

Sonra yol ustundeki bir eczaneye girip recetemi ve saglik sigortasi kartimi verdim. Eczaci gercekten de hicbir ucret almadi. “Nasil yani? Hic mi para vermiyoruz? Recete ucreti falan da mi yok? Yahu siz de hic isi bilmiyorsunuz, hastaneleri ucretsiz yaptik deyip eczanede recete parasi diye gecirirsiniz, adina da Yeni Tayvan dersiniz n’olcak.” dedim. Ancak eczaci dediklerimden bir sey anlamadi. Bunlar da hic Turkce bilmiyorlar canim, olacak is degil! “Neyse hadi xie xie!” deyip ciktim.

Bu arada universite ve ozel klinik arasindaki ucret farki da sanirim sundan kaynaklaniyor. Bana da Ke anlatmisti, millet her turlu hastalik icin universite hastanesini tercih ettigi icin burada bir yigilma oluyormus. Bunu onlemek ve halki diger hastanelere yonlendirmek icin universite hastanesinin fiyatlarini biraz yuksek tutuyorlarmis.

Uzun lafin kisasi, sanirim en onemlisi tum bu dis tedavisi seruveni boyunca ne universite hastanesine ne de ozel klinige giderken “acaba kac para tutacak” diye merak ettim. Cunku saglik sigortam oldugunu ve burada adam gibi saglik hizmeti verildigini biliyordum. Sanirim pasaport kontrolundeki polis memuruna en cok bunu, yani bu guven duygusunu anlatabilmeyi isterdim. Buradaki saglik sigortasinin bize gore tek olumsuz tarafi Selin’in benim sigortamdan yararlanmasi icin Tayvan’da en az alti ay yasamasi gerektigiydi. Onun disinda bir yanlisini gormedim.

Bu arada The Telegraph‘ta cikan bir habere gore, yabanci ulkelerde calisan insanlar arasinda HSBC tarafindan 100 ulkeden 9000’den fazla kisiyle yapilan bir ankete gore saglik hizmetlerinin kalitesi ve erisilebilirligi acisindan Tayvan acik ara onde cikmis. Tayvan’daki her 10 gurbetciden 7 tanesi, Tayvan’a geldiklerinden beri saglik hizmetlerine daha az para odediklerini soylemis. Ankete katilan butun katilimcalar arasinda bu oran 3/10. Ayrica 2/3’si Tayvan’da kendi ulkelerine gore daha iyi bir saglik hizmeti aldiklarini soylemis. Butun katilimcilar arasinda bu oran 4/10’dan da az. Haberin baglantisina tiklayip degisik ulkelerin (Turkiye de dahil) tablodaki yerini gorebilirsiniz. Ancak Kuveyt’in tablodaki yeri biraz canimi sikti 🙂

Hoscakalin.

Anping’te Bir Gun

Tainan’in bati bolgesini olusturan kismi gezip gorulecek bir suru yerle dolu. Daha once de bahsettigim Sehir Tanrisi Tapinagi, Konfucyus Tapinagi, bir sonraki yazida bahsetmeyi planladigim Koxinga Tapinagi ve 5 Cariyeler Tapinagi da sehrin bu kisminda bulunuyor mesela. Anping dedigimiz kisim da bu bati bolgesinin de bati kismi oluyor. Hollanda Dogu Hindistan Sirketi merkezini buraya tasidigi zaman, Zeelandia Kalesi’ni buraya insa edip, bugun Anping diye anilan bolgeye yerlesmis 17. yuzyilda. Tainan’in herhalde en gezilesi yeri desem yanlis olmaz. Hatta buradaki dostumuz Torsion bizi ilk defa gezmeye cikardiginda da buraya getirmisti.

Bu arada Cin tarihi Cin-Hollanda, Cin-Portekiz, Cin-Ingiltere savaslariyla dolu. Bunlarin da hepsinin ilginc hikayeleri var. Tabi arada Hollanda-Portekiz savasi falan da var, hep Cin’le degil kendi aralarinda da savasmislar. Savaslarin cikis sebepleri de dogal olarak bu ulkelerin ticari cikarlari. Mesela Hollanda-Cin savasinin cikis sebebi, Hollandalilarin Cinlileri limanlarini Hollandali tuccarlara acmak icin baski yapmalari ve Portekizlileri (yani rakiplerini) Macau’dan cikarmalarini istemeleriymis. Cinliler kabul etmeyince de savas yapiyorlar ve Cin ustun geliyor. Sonunda Hollanda Cin tarafindan merkezini Tayvan yakinindaki kucuk bir ada takimi olan Penghu’dan alip yukarida bahsettigim Anping’e tasimaya zorlaniyor (Bunun mantigini anlayamadim yalniz). Neyse, konudan sapmayalim. Gezi sirasina gore gordugumuz mekanlari tanitayim direk.

Tainan Buyuk Matsu Tapinagi

Ilk durak olarak buradan basladik. Tanrica Matsu denizcileri ve balikcilari koruyan deniz tanricasi. Tayvan da ada oldugu icin haliyle oldukca onemli bir tanrica Tayvan’da. Burasi da Matsu’ya adanmis bir tapinak. Ayrica bir cok tapinakta oldugu gibi tapinagin ana tanrisi/tanricasi disinda yan hollerde daha kucuk tanrilar da oluyor. Buranin bir yan odasinda da egitimden sorumlu simdi adini hatirlayamadigim bir tanriya adanmis bir kisim daha var. Derslerini gecmek isteyen ogrenciler buraya gelip, uzerinde ogrenci numaralari, adlari soyadlari ve resimleri olan, yani kendilerini tam olarak tanitici birer belge, ogrenci belgesi fotokopilerini falan birakip derslerinde basarili olmak icin dua ediyorlar.

Guncel olaylari da takip eden bir blog yazari olarak, Diyanet Isleri Baskanligi tartismalari surerken ilgic bir not duseyim suraya. Ogrendigim kadariyla Tayvan’da tapinaklari halk finanse ediyor. Ya da halk demek yerine cemaat finanse ediyor demek daha dogru sanirim. Yani kisacasi devletten herhangi bir odenek almiyorlar. Hatta bu bahsettigim Matsu tapinaginin onunde buyuk kolonlar var, su sekilde:

_DSC5973

Bu kolonlarin ayaklarindaki sari kisimlarda da insaat sirasinda belli bir miktarin uzerinde bagis yapan kisilerin isimleri yazilmis mesela. Neyse, tapinagin adandigi tanrica Matsu’ya donecek olursak. Dogdugunda aglamadigi icin kendisine “Sessiz Kiz” adi verilmis. Kendisinin Turkce wiki sayfasi Ingilizce versiyonu kadar iyi gorunuyor, buradan kendisi hakkinda daha fazla okuyabilirsiniz. Tapinagin disaridan gorunusu de su sekilde:

_DSC5961

Bana anlatilana gore tapinaklarin catilari Tayvan’da genelde boyle “suslu” oluyormus, anakaradaki yani Cin’deki tapinaklarin catilari biraz daha sade oluyormus. Ayrica Cin mitolojisinde ejderhalar iyi varliklarmis (aralarinda kotuleri de var birkac tane diye de uyarildim yalniz. Aklinizda bulunsun, sonra kotu bir ejderhayla karsilasip bana sikayete gelmeyin).

Bu tapinak ilk once bir saray olarak insa edilmis. Bizim sehrin kurtaricisi, daha once de baska yazilarda adi gecen (umarim gecmistir yani) Cheng Kung vefat edince yerine gecen oglu Zheng Jing tarafindan insa ettirilmis. Zheng Jing sarayi kendisi icin degil de anakaradan davet ettigi Ming hanedani prenslerinden Zhu Shugui’nin kullanmasi icin yaptirmis. Neyse, simdi bu hanedanlara, savaslara falan da girmeyelim cunku bir yerden sonra ipin ucu kaciyor. Su kadarini soyleyip birakayim: Qing hanedani Tayvan’i ele gecirdiginde prens Zhu Shugui intihar etmis. Prensin olumu uzerine, umit ediyorum ki bir sonraki yazida bahsedecegim bes cariyesi de bu binanin ana salonundaki ahsap kirislerden birine kendilerini asarak intihar etmisler. Daha sonra yanlis hatirlamiyorsam Tayvan’i ele geciren Qing komutani burayi sarayi olarak kullaniyor. Daha sonra da Matsu’ya adanan bir tapinaga donusturuluyor.

Tapinak Tayvan’da Matsu’ya adanan ilk tapinak olmasi acisindan onemliymis. 18. yuzyilda su anki gorunumunu almis, arada tabi buyuk restorasyonlar gecirmis ve ozellikle Tayvan’in Japon yonetiminde oldugu senelerde bakimsizliktan neredeyse yikilacak duruma gelmis. Bu sirada da acik artirmayla yabanci yatirimcilara satilmak uzereyken son anda kurtarilmis. 1985 yilindan beri birinci sinif tarihi eser konumunda.

Anping Agac Evi

Tayvan’daki dort limanin yabanci tuccarlara acilmasindan sonra, yabanci tuccarlar bu limanlardan biri olan Anping’te ofisler acmaya baslamislar. Bu ofislerden gunumuze iki tanesi kalabilmis. Bunlardan bir tanesi 1867’de faaliyete gecen Tait & Company sirketinin binasi. Bu yabanci sirketler onceleri ticaretten buyuk paralar kazansalar da, Japon yonetimi sirasinda once gelirleri onemli derecede azalmis ve daha sonra yabanci sirketlerin faaliyetlerine tamamen son verilmis.

Yabanci sirketler adadan ayrildiktan sonra bu bina Tainan tuz sirketi tarafindan kullanilmis. Daha sonralari tuzun onemini yitirmesinden sonra da bina, 1979 yilinda muze haline getirilmis. Ancak bu siralarda, arada gecen zamanda binanin onemini yitirmesiyle birlikte bakimsizlik soz konusu olmus. Binanin arkasinda bulunan ve depo olarak kullanilan bina da bu bakimsizliktan oturu banyan agaclari tarafindan resmen ele gecirilmis: Catisi tamamen gocmus, duvarlari sarip sarmalanmis.

Yani burada bir sarmasigin bir binanin bir duvarini falan sarmasindan bahsetmiyorum. Ortada oldukca buyuk bir depo var, yuru yuru bitmiyor. Tavanlari da oldukca yuksek. Ancak bu koca binayi resmen sarip sarmalamislar, pencerelerden dalmislar catilari yarip cikmislar falan. Bina oyle bir hal almis ki hangi agac nerede baslayip nerede bitiyor anlamak mumkun degil. Iceri girince zaten ortam oldukca urpertici gorunuyor. Bir de binanin bu hali turistlerin ziyaretine uygun olmasi icin biraz agactan arindirilmis hali. Onceden nasildi kim bilir. Icinde guzel yuruyus yollari ve merdivenler var, rahatca gezilebiliyor yani. Asagidaki fotograflardan biri binanin uzaktan nasil gorundugunu gosteriyor. Ortada bina var mi yok mu belli olmuyor neredeyse.

Anping’in Ilk Sokagi

Buradan sonra da Anping’in en eski sokagina daldik. Burasi, yani bu sokak Hollandalilarin yaklasik 300 yil once burada ilk insa ettikleri sokak. Bu sokakta bugun bir suru dukkan var, yeme-icmeci, hediyelikciler, ve deli deli seyler satan dukkanlarla dolu dar bir sokak. Kimil kimil insan kayniyor. Bolgede, yani bu sokak etrafinda o zamanlardan kalan pek bina olmasa da sokak yapilari bazi yerlerde ayni duruyor – daracik, kivrila kivrila giden sokaklar. Bazen ansizin bir cikmaz sokakta sonlaniyor, bazen bir binanin bahcesinden devam edip geciyor falan. Selo’nun resmini cekmisim bu arada bu en eski sokakta:

_DSC6015

Dedigim gibi, bu civarlarda bir suru dukkan var. Ayrica bol bol istiridye ve istiridye yemekleri de bulmak mumkun. Iste yurdumun sokak kenarinda istridye temizleyen cefakar kadinlari:

_DSC6023

Bahsettigim dar sokaklardan birisi ve Selo’nun “Cekmesene kardesiiiim!” bakisi:

_DSC6020

Anping’te “Kilicli Aslanlar” oldukca meshur. Bunun hikayesi de soyle. Eskiden savascilar evlerine geldiklerinde uzerinde aslan figuru olan kalkanlarini duvarlarina, kiliclarini da kalkanlarinin uzerine asarlarmis. Boylece de ortaya agzinda kilic tutan bir aslan goruntusu ortaya cikiyormus. Aslan zaten bu topraklarda koruyucu bir figur (Bu arada Tayvan’da normalde aslan olmamasi da ilginc bir ayrinti). Her tapinakta bir disi bir erkek en az iki aslan figuru oluyor. Insanlar da zamanla bu kilicli-aslan figurunun evlerini koruyacagina inanarak bu figuru evlerinde kullanmaya baslamislar. Sunun gibi:

_DSC6019

Bu figulere bu dar sokaklardaki binalarda rastlamak mumkun. Turkiye’ye donmeden buraya son bir kez daha gidip daha fazla fotograf cekmeyi, son bir kez daha buralarda gezinmeyi planliyorum. Buradan da Chihkan Kulesi’ne gittik, ama once Anping civarlarindan uc fotograf daha koyayim:

Chihkan Kulesi

Tayvan’daki varliklarini guclendirmek isteyen Hollandalilar, 1653 yilinda Anping’in birkac kilometre dogusuna Provintia Kalesi’ni insa etmisler. Kale daha sonra Cheng Kung (ya da Koxinga) tarafindan teslim alinmis, 19. yuzyilda da bir deprem sonucu yikilmis. Daha sonra da Chihkan Kulesi adiyla yeniden insa edilmis.

_DSC6030

Birkac blok ve holden olusuyor. Bu hollerden biri de yanlis hatirlamiyorsam edebiyat tanrisina adanmisti. Binanin bahcesinde Cheng Kung’un kaleyi teslim alisini temsil eden bir heykel de var:

_DSC6028

Bu asagidaki agirliklar da zamaninda tuccarlarin mallarini tartmak icin kullaniliyormus:

_DSC6049

Bu seferlik de bu kadar. Baska bir yazida gorusmek uzere hoscakalin!

Taitung – Dogu Tayvan

Daha önceki bir yazinin sonunda bir calistay vesilesiyle Taitung’a yapacagimiz yolculuktan bahsetmiştim. Sun Moon Lake gezisinden sonra bence en heyecan verici geziydi. Gezinin sebebi grup teorisi ve vertex operatör cebirleri üzerine bir calistaydi. Biraz ilgi alani acisindan alakasız olsa da matematik genel kulturu bakimindan güzel bir etkinlik oldu.

Calistay Taitung Ulusal Universitesi (NTU)’nde yapildi. Taitung sehri adanin dogu kiyisinda, zaten adi tam olarak Dogu Tayvan anlamina geliyor. Kaplicalariyla unlu bir sehir. Tayvan’in dogu kiyilari adanin batisina gore daha az gelismis kismi oluyor. Cografya olarak da biraz zorlu bir bolge. Ince bir kiyi seridinin hemen ardindan yukseklik bir anda 2000 metreye cikabiliyor. Ancak bu yasami zorlastirsa da cok spektakuler manzaralar da olusturuyor. Zaten yuruyus parkurlariyla ve kamp alanlariyla dolu. Asagidaki fotoyu Taitung yerel yonetimi sitesinden aldim:

pic_R183_9

Daha maceraci bir insan olup burada yuruyus ve kamp yapmayi cok isterdim. Bir de ulkenin dogu kiyisi tayfunlarin da en cok etkiledigi kismi oluyor Tayvan’in. Tayfun dedigimiz de iste mesela sunun gibi bir sey:

Taitung’a yanlis hatirlamiyorsam 4-5 saatlik bir tren yolculuguyla ulastik. Aslinda direk seferler de olmasina ragmen gidiste Kaohsiung’ta tren degistirmemiz gerekti. Donuste de direk Tainan’a kadar ayni trenle geldik. Tanistirayim, donuste bizi eve getiren tren:

Bu fotoyou cekerken guvenlik gorevlisinden azari yedik. Aman yemedik senin sari cizgini :)
Bu fotoyou cekerken guvenlik gorevlisinden azari yedik iyi mi. Aman yemedik senin sari cizgini 🙂

Sanirim gunlere bolerek anlatirsam daha duzenli olacak ve boylece daha az sey unuturum herhalde.

6 Mart 2015

6 Mart Cuma sabahi bir gun onceden evde pisirdigimiz yolluklarimizi da cantalarimiza atip Selo’yla tren istasyonunun yolunu tuttuk. Yolluk kismindan biraz detaylı bahsetsem iyi olacak. Zaten Tayvan yemekleriyle arasi pek de iyi olmayan Selin, uzerine bir de hamilelik eklenince yemek konusunda iyice evhamli oldu. Bu yuzden yola cikarken yanimiza ev yapimi kurabiyeler, tost ekmegi, ve peynir falan da aldik. Selin ben olmadigim zamanlarda ogle yemeklerinde otel odasinda evden getirdiklerimizi yedi kiyamam. Disarda yedigimiz zamanlarda da pilavla falan idare etti. Ben de ogle yemeklerinde verilen lunchbox’lari yedim:

Jpeg

Yukarıda bahsettiğim gibi, ilk olarak aktarma yapacagimiz Kaohsiung’a gittik. Burada çok fazla beklemeden hemen bizi Taitung’a, daha doğrusu Jhihben’e goturecek trene atladık. Jhihben’e kadar yanlis hatırlamıyorsam uc saat kadar bir yolumuz vardi. Kaohsiung’tan güneye doğru biraz ilerledikten sonra Pingtung County’e girip biraz daha güneye ilerledikten sonra doğuya yöneldik. Buradan itibaren coğrafya degismeye baslamisti bile. Yoğun ormanların arasından gitmeye ve bir tünelden cikip diğerine girmeye basladik. Bir sure sonra da Tayvan’in doğu kiyisina ulasmistik. Bazen deniz manzarası esliginde, bazen de bir tünelin içinde ilerlemeye devam ettik. Tabi yol ustunde de bir kaç istasyonda durduk. Buralar gorunumleri itibariyle çok kucuk yerleşim yerleriydi ve kiyidan uzakta bulunan bazilari öyle yerlere kurulmuştu ki sanki disaridan tek ulasim sekli demiryoluydu. Olmazsa olmazım olarak içimden “ulan burada yasam nasildir acaba?” diye geçirdim. Çok sakin yerlere benziyorlardı. Neyse, yolculuk boyunca içinden gectigimiz coğrafya disinda kayda değer bir olay yasanmadi. Yolculuğun sonunda da Jhihben’e vardık. Google Haritalar’dan da doğru istasyon olduğunu onayladıktan sonra trenden indik. Bu arada asagida tren istasyonunun konumunu veriyorum. Merak ederseniz etrafa bakinabilirsiniz. Ben Google Haritalar’da saatlerini hiç gormedigi ve hatta goremeyecegi yerlere bakınarak geçiren birisiyim, belki aranızda benim gibi birileri vardır. Üstelik Tayvan’da sokak goruntusu de mevcut!

Bana gidiş yolunu bir matematikçi kesinliğinde anlatan hocam Ke, tren istasyonundan otele taksinin kaç para tutacağını bile soylemisti. Soyledigine göre Jhihben’de taksiciler taksimetre kullanmıyordu ve bana taksiye binmeden önce mutlaka fiyat konusunda anlasmami tembih etti. “İstasyondan otele kadar 250NTD tutması lazım. Eger sana fazla fiyat söylerse pazarlık yap, herkes 250’ye goturuyor de” demişti, hala hatirliyorum. Çok pazarligi sevmeyen birisi olarak isin burasini biraz çetrefilli bulmuştum. Neyse, istasyondan cikinca biraz etrafa bakinalim dedik. Yanlis hatırlamıyorsam Selo acikmisti biraz (ben trende nefis bir lunchbox goturmustum, Selin de yiyiverseydi canim bir kere bi lunchbox:)). Etrafta bakindik ancak gorduklerimiz çok umut vaat etmiyordu, etrafta fazla acik dükkan yoktu. Bu arada istasyondan cikinca soyle bir goruntuyle karsilastik:

_DSC5879

Daha fazla uzaklasmadan tren istasyonu onunde bekleyen taksilere yanastik. Ke’nin bana daha onceden verdigi otelin adresini gosterdim taksiciye ve direk “250NTD” dedi, bu iyi haberdi cunku pazarliga gerek kalmamisti. Hemen atladik taksiye ve otele doğru yola koyulduk. Yanlis hatırlamıyorsam 15 dakika falan gittik. Dediğim gibi Taitung kaplıcalarıyla unlu bir bölge, yol boyunca da sıra sıra oteller vardi. Bizim otel de en sonda, kiyidan en icerdeydi. Ogrendigim kadarıyla kaynağa en yakin otelmiş, sanirim kaplıcalarda bu önemli bir şey. En güzel otelde biz kalacaktık 🙂

Otele vardigimizda vakit daha erkendi. Resepsiyondaki görevlilere “İngilizce insanlar geldi!” diye ufak bir panik havası yasattik ama çok buyuk bir kargaşa yaşanmadan odamıza cikiverdik hemen. Check-in yaparken bir de elimize kaplıca ve karaoke bar icin birer tane giriş bileti verdiler. Odamıza cikip yerleştikten ve biraz da dinlendikten sonra, hiç alakamız olmadigi halde tamamen can sikintisindan ve meraktan havuza bir sans vermeye karar verdik. Selin girmeyecekti zaten ama benim de maceracı ruhum havuzu denemeden gitmeye razı olmadı. Neyse gittik havuza giyindik ettik falan. Ancak kaplicayla uzaktan yakından alakası olmayan ben sanirim en fazla 15 dakika falan durabildim. Kaplıca bana gore değildi, hem ben daha kaplıcaya gidecek kadar eskimemistim! Zaten bir o yana bir bu yana gidip gelmemle diğer havuz sakinlerinin de dikkatini çekmeye baslamistim. En iyisi havuzdan cikmakti. Gerci onlar da o kadar sıcak suda gayet normal bir seymis gibi oturmalarıyla benim dikkatimi çekti. Zaten aksam yemeği icin hoca ve esiyle bulusacaktik.

Aksam yemeğini de derme çatma ama çok güzel yemekler sunan bir yerde yedik. Yemekte hocanın “yemeğin yanında bira içer miyiz?” sorusu üzerine, o güne kadar basariyla surdurdugum ve 4 haftayı geride biraktigim bira içmeme orucumu o gün orada bozmuş oldum. Hatta esi sakayla karisik hocayı da fircalamisti, “cocugun diyetini bozdun” diye. Bu bira içmeme mevzusu baska bir hikaye, baska zamana kalsın.

Yemek bittiğinde daha vakit erkendi, ancak dagin basinda havuz ve karaoke disinda gidecek bir yer yoktu. Biz de karaokeye gitmeye karar verdik. Şarkı söylemeye değil tabi, ben bira içecektim artık diyet bozuldu zaten diye. Daha sonra masamıza kalabalık bir grup geldi ellerinde sakelerle şaraplarla falan. Plastik bardaklara doldurup haslanmis yumurta ve kurutulmuş et esliginde yuvarlıyorlardı sakeleri arka arkaya. Bu adamların kelle olmalarına çok kısa bir zaman var diye geçirdim içimden. Disimdan da soylemis olabilirim, cunku siklikla yaptigim bir sey. Yurtdisinin bu kismi cok guzel. Istedigin gibi konus Turkce. O siralarda bize de ikram ettiler, yok mok dedik ama ben cok fazla israr etmedim cayarlar falan diye. Bir bardak doldurttum dir de yumurta soyuverdim biraz da kuru et, ohh mis. Adamlar isi biliyor. Benim icin o ana kadar bir kahvalti ogesi olan haslanmis yumurtaya bambaska bir boyut katmisti adamlar. Biraz da onlarla ictikten sonra daha fazla kalirsak otelin yolunu bulamayacagimdan korktum. Tayvanli dostlarimiza tesekkur edip odamiza gectik.

7 Mart 2015

Cumartesi gunu konusmalar basliyordu. Sabah kahvalti icin asgiya indigimizde yine kahvaltida yiyecek bir seyler aradik. Neyse ki Sun Moon Lake’teki oteldeki kahvaltidan dolayi hazirlikliydik. Yine de ufak tefek seyler bulup karnimizi doyurabildik. Hatta bizim menemene benzeyen bir sey vardi kahvaltida. Kahvaltidan sonra ben NTU’ya gittim konusmalar icin. Konusmalar bitip de ogleden sonra otele geri donerken otelin hemen yanindaki Jhihben Ulusal Orman Alanina yuryuse gidilecegini ogrendik. Simdi, otelin bulundugu yer bir vadinin yamaci. Orman parki da vadinin karsi yamaci oluyor. Ortada da su var. Otele yaklasik 10 dakika yurume mesafesinde bir kopruyle orman parkinin kapisina geliniyor. Parkta 3-4 tane parkur vardi. Bir tanesi yanlis hatirlamiyorsam 700 basamak tirmanmali falan bir parkurdu, parkin en yuksek kismina cikip, daha sonra dilerseniz yine merdivenlerden ya da kuzey-kuzeydogu tarafina devam edip yavas yavas alcalarak diger parkurlarla parkin diger ucunda birlesiyorsunuz. Cikarim ki ben bu basamaklari ne olacak dedim ama sonra hanimi yormayalim diye biz daha kolay, daha az inmeli cikmali bir parkuru sectik.

Park gercekten cok guzeldi. Ilk defa dogal ortaminda maymun goren masum insanlar olarak durup durup agaclardaki maymunlari seyrettik. Arada dinlendik, hamaklar falan vardi. Guya kolay parkur secmistik ama havadaki nemden dolayi da baya terlemistik. Ama en azindan parkuru tamamlayip geri donduk. Parkin girisindeki cafede birseyler icip biraz hediyeliklere bakindik. Cok ozur dileyerek burada bir seyden bahsetmek istiyorum. Simdi burasi turistik bir bolge. Tamam cok yabanci turistlere hitap eden bir yer degil ama Tayvanlilarin tatil bolgesi olarak geciyor. Bu park da bolgede yogun olarak ziyaret edilen bir yer sonucta. Yani zamaninda Selcuk-Efes’te bir suya dunyanin parasini odemis birisi olarak Tayvan’daki dusuk fiyatlarla karsilasinca bir kere daha sinir oldum. Ayni sey daha da populer olan Sun Moon Lake’te de gecerliydi. Neyse. Parktan ciktiktan sonra yine ayni grupla onceki aksam hoca ve esiyle yemek yedigimiz yerde aksam yemegi yedik. Donunce de odamiza cekildik.

8 Mart 2015

Pazar gunu butun gün konuşmalar vardi. Vertex operator algebra’ya doydum yani. Aksam da bizi agirlayan matematik bolumu baska bir otelde bir yemek verdi bizim icin. Çok güzel bir ortam vardi, katilimcilar genellikle Japon, Cinli ve Tayvanliydi. Bunun disinda benimle birlikte bir tane Amerikali vardi yanlis hatırlamıyorsam yabancı madde olarak.

Japonlar çok farklı insanlar azizim. Yani o grupta hemen kendilerini belli ediyorlardi. Tamamen tavirlarina bakarak soyluyorum, yakından tanidigimdan değil ama hepsi alçak gonullu, saygili, meraklı tipler. Degisikler yani ne bileyim. Yemek boyunca bayagi konuştuk. Matematikçiler kafa insanlar, yine çok eğlendik yemek masasında, çok gulduk. Dehşet yemekler yedik.

Bu table food olayına alisamadim ben abi. Boyle donuyor yemekler masada, tam gozume kestiriyorum “oh su balıktan iki parça alirim” diye, sonra hop tepsi ters yönde dönmeye basliyor. Neyse balık benim onume geliyor, ben etrafı kesip kimse yemek alıyor mu, alıyorsa engel olmayayım, hayvanlık yapmayayım diye bakinirken hop tepsi bir daha donuyor falan. Kibarlık amacli optimum bekleme suresini ayarlamada bir sorun yasadim ama sonra bir senkron tutturduk neyse ki. Yemek bittikten sonra olaysız dagildik.

9 Mart 2015

Pazartesi butun gün geziye ayrilmisti. Kahvaltıdan sonra otobüslere atlayıp yola koyulduk. İlk duragimiz Sansiantai Adasiydi. Sansiantai daha önce adadan okyanusa uzanan ince bir burunmuş. Zamanla dalgaların asindirmasi sonucu karayla olan baglanti kesilmiş ve bir adaya donusmus. Cin mitolojisindeki 8 olumsuzden ucunun zamanında burayı ziyaret ettiği soyleniyormus. Meraklisi icin, bu uc kafadarın isimleri Li Tieguai, Lu Dongbin ve He Xiengu. Buranın karayla baglantisi kopunca 1987 yilinda sekiz kemerli bir kopru yapilmis, kopru de böyle dalgalanarak ilerleyen Cin mitolojisinin olmazsa olmazı ejderhayı animsatiyor.

_DSC5748 (2)

Adanin her yani bitkiler tarafından işgal edilmiş durumda. Sadece ahsap yuruyus yolları yapmislar, hatta bazı yerlerde o bile yok. Erozyonla asinip ilginç şekiller almis kayalar var. Degisikti gerçekten. Kucuk gorunmesine ragmen baya bir yurunuyor. Vakit de ogleye yaklasiyor ve gunes de yakmaya basliyordu. Hatta adaya giderken Selo’ya “donuste bari ayaklarimi sokayim serinleyeyim biraz” demistim. Ancak adaya git-gel 1 saat falan olmustu anca fakat donuste hava iyice kapanmis, ustune de soguk bir ruzgar cikmisti. Zaten fazla da vaktimiz yoktu ve biraz hediyelikcilere bakip otobuse donduk. Bir sure gittikten sonra yoldan sapip ogle yemegi icin kucuk bir kasabaya girdik. Ogrendigimize gore bir balikci kasabasiymis. Yine cok salas bir restoranda hizlica yemek yedik. Sonraki duragimiz da East Coast National Scenic Area’ydi. Burada bir aborjin kultur merkezi vardi. Bizim icin bir gosteri yapacaklardi. Gosteriyi beklerken yine oradaki okyanus muzesini gezdik. Cok guzel taze cekilmis bir kahve ictim muzeden cikinca oradaki kafede, hala hatirliyorum cunku cok tazeydi ve mis gibi kokuyordu. Siparisi verince oradaki gorevli eliyle cekiyor kahveyi falan. Alip kokusunu bir siseye koymak istedim. Etrafa, daglara, denize, agaclara hayran hayran bakip dolastik. Benim calistigim merkezin matematik bolum baskani ve calistayin duzenleyicilerinden Prof. Lam (halka ve modul teorici T.Y. Lam degil yalniz) sagolsun Selo’yla resmimizi cekmeyi teklif etti, hemen atladik tabi. O an bu resimde olumsuzlesti:

_DSC5803

Biraz daha oyalandiktan sonra gosteri basladi. Adanin bu kismindaki yerli halka Amis deniyordu yanlis hatirlamiyorsam. Yaptiklari gosteride de kendi geleneksel muzik aletleriyle bize ufak bir konser verdiler.

_DSC5819

O aletlerden o ses nasil cikiyor gercekten ilginc. Dunya cok ilginc bir yer, gorulecek sasirilacak bir suru sey var. Kisa da bir video cektim bir kuple muzik:

Hatta gosterinin sonunda halay bile cekildi. Ben halayi bozup insanlari dusurup falan hayatlariyla oynamamak icin seyretmekle yetindim.

_DSC5829

Guzel bir gosteriydi, her guzel sey gibi bitti. Manzaraya biraz daha hayran hayran bakildi, bol bol resim cekildi unutursak diye ama nasil unuturum ki. Tayvan’da gittigimiz her yerde oldugu gibi burada da insanlar hep guleryuzluydu. Sakin insanlar cok, degisik gercekten. Neyse konudan sapmayalim. Ben artik otele donuyoruz diye dusunurken otobus bizi baska bir yere daha goturdu. Burasi da yine kiyida, erozyonla olusan ilginc yapilarin oldugu bir kisimdi. Doganin sanat eserleri bir bakima yani. Mesela soyle:

_DSC5857

Burada da yine yuruyus parkurlari vardi. Biraz yuruduk, cokca da denize bakip daldik. Bu sirada bulutlar iyice toplanmaya basladi ve tam biz ayrilmaya hazirlanirken de yagmur atistirmaya basladi. Otobuse bindigimizde artik yorgun hissetmeye baslamistik. Bir ara durduk ve buharda pismis ekmek arasi sandvic (sandvic diyince basit geldi kulagima ama degil) almak icin durduk. Boylece gorduk ki yolda otobusu sabahin korunde bir ekmek firininin onune cekip firindan yeni cikmis ekmek almak gibi aliskanlikar sadece bizde yok. Selin “ben yemicem sen kendine al” dese de ben ileri goruslu birisi olarak birkac kisilik aldim. Zaten yemicem diyen Selin de yedi bi guzel.

Yola devam edip aksam yemegi icin de Taitung sehir merkezine gittik. Burada herkes serbest takildi. Aslinda donup dolasip oraya gidecegimizi bildigimiz halde yemekcilerin orada bir tur attiktan sonra kendimizi McDonald’sa attik. Selin de kac gun sonra bayram etti kiyamam. Artik otele gitmek icin yeterince yorgunduk.

10 Mart 2015

Sali artik donus gunuydu, ama yarim gun konusma vardi. Odayi da bosaltmamiz gerektigi icin Selin de universiteye geldi. Uppsala’dan sonra sanirim ikinci kez matematige maruz kaldi istegi disinda. Kampusun muazzam bir mimarisi vardi, binalar cok guzeldi. Her blokta boyle uclari acik koridorlar vardi. Resim cekmedigim icin benim betimlememle yetinmek zorundasiniz, uzgunum. Yani uclari acik dediysem birer kapiyla disariya bir avluya, acik havaya aciliyordu. Bu avlulara da cok rahat masalar sandalyeler atmislardi. Insanlar ofiste bunalinca belki bi disarda hava alip geliyorlardir ne guzel. Yani ben olsam hava almaya cikardim sik sik. Univeristenin kutuphane binasi da ayri bir guzeldi. Bunu betimlemeye calismayip direk google’dan buldugum bir resmini koyuyorum buraya:

Hobbiton halk kutuphanesi gibi duruyor hakikaten. Her neyse, bu kutuphanenin catisina cikilabiliyor ve catidan okyanus gorunuyor demislerdi bana. Ancak o gun konusmalari kacirmamak icin gitmeyip son gundeki bir boslukta giderim demistim. Ne yazik ki son gun de yagmur yaginca gidemedim. Gelecekte Tayvan’a donmek icin bir sebep daha oldu iste boylece. Konusmalar bittikten sonra kampuste ogle yemegi yedikten sonra bizi tren istasyonuna goturecek aracimiz geldi ve Dunya’nin bir ucunda, daha once ayak basmayi benim bile hayal bile etmedigim bir yere daha veda ettik. Bir daha gitme ihtimalim yok denecek kadar az olan bir yere veda ederken bir garip hissediyorum. Yani Izmir’den ayrilmak gibi degil. Hatta Portekiz’den ayrilirken mesela ilk firsatta donecegime dair bir soz vermistim kendime. Ama bir yere bir daha adim atmayacaginizi bilerek veda etmek cok farkli, neyse. Kayda deger bir olay yasanmayan bir tren yolculugundan sonra eve geri donduk. Bir gezi de boyle bitti iste demeden once Prof. Harada hakkinda bir paragraf acmak istiyorum.

Profesor Harada

Calistayin acilis konusmasini Japon Prof. Koichiro Harada yapti. Kendisi sonlu basit gruplar uzerine yaptigi calismayla taniniyor, Ohio State’ten emekli. Prof. Lam’in da doktora danismaniymis. Ilk gun Ke’yle yemege gitmeden once tanistik otelin lobisinde. Turkiye’den oldugumu ogrendiginde gosterdigi ilgiden anlamaliydim aslinda orada gecirdigim sure boyunca cok sohbet edecegimizi.

Ilk tanisma esnasinda fazla konusmadik, ayakustu konusup neler calistigimdan basettikten sonra biz aksam yemegine gittik. Ertesi gun orman parkinda yuruyuse giderken yanima yaklasip sohbete basladi. Cok merakliydi, cok renkli bir kisilikti. Turkiye ve benimle ilgili merak ettigi her seyi sordu. Ben anlattikca o daha da sordu, cok keyifli sohbetler yaptik. Turkiye hakkinda inanilmaz bilgiliydi, hadi Efes’i, Bergama’yi falan bilmesine sasirmadim hadi ama benim google’a bakmak zorunda kaldigim Mersin’deki bazi seylerden bahsedince sasirdim. Gerci simdi dusununce belki Mersinli birisi de Efes veya Bergama’yi bilmesine sasirabilir. Neyse.

Karsisinda Bulent Arinc vs Japon Prensi gibi hissettim zaman zaman. Bana Turklerin tarihini sordu. Kendisi surekli afedersin (!) Yunan tarihinden, onemli kilometre taslarindan, savaslardan, efsanelerden bahsetti. Benim anlattigim Turk tarihinde bunlarin hicbiri gecmeyince sasirdi biraz. Kendileri okulda Yunan tarihi falan da ogreniyorlarmis. Sonra benim biraz eziklendigimi gorunce belki de teselli amacli olarak kendisinin tarihe oldukca merakli oldugunu, cok okudugunu ve belki de o yuzden bu kadar sey bildigini soyledi. Benim verdigim her bilgiden sonra yuzundeki yeni bir sey ogrenmis olmanin mutlulugunu gorebiliyordum, surekli sasirma ve onaylamayla karisik bir yuz ifadeyisle “Oh I see, I understand now” diyerek yanitladi anlattiklarimi.

Ne yazikti ki benim Japonya hakkinda Tsubasa, Hidetoshi Nakata, Hayao Miyazaki ve animeler disinda pek bir bilgim yoktu. Bir ara kizimiza ne isim verecegimizi bile sordu. Sonra bir gun konu Turkce’den acildi. Kendisine Turkce’nin daha once duydugu hicbir dile benzememesi ilginc geldi. Surekli bize farkli nesnelerin Turkce’deki karsiliklarini sorup Ingilizce, Japonca veya herhangi bildigi bir dil ile bir benzerlik bulmaya calisti ama basarili olamadi. Bu duruma cok sasirdi. Iki-uc gun boyunca ansizin o an aklina gelen kelimelerin Turkce karsiliklarini sordu. Cok uzatmayayim, cok renkli bir kisilikti. Cok canayakindi. Cok guzel sohbetler ettik. Orman parkina yuruyuse giderken Prof Lam bana “Harada’yi takip etmeyin sakin cunku ayak uyduramazsiniz” demisti. Gercekten de kendisi onden onden gaza basip gitti, ayrica o bizim goze alamadigimiz yuzlerce basamakli parkuru da bitirdi kendisi. Boyle de dinc birisiydi. Hatta kutuphanenin catisina cikip bana manzarayi haber veren kisi de kendisiydi. Kendisiyle su resmi cekildik:

_DSC5799

Selin Turkiye’ye donmeden once yaptigimiz son gezimizin yazisi da burada sonlaniyor. Son olarak bir kac resim daha:

“There is a pleasure in the pathless woods, there is a rapture on the lonely shore, there is society, where none intrudes, by the deep sea, and music in its roar: I love not man the less, but Nature more.” – Lord Byron.

Kaohsiung’ta Bir Gun

Merhaba. Bu sefer Cin Yeni Yili tatilinden de faydalanarak 20 Subat 2015 Cuma gunu Selin’le buradaki komsu sehir Kaohsiung’a gunubirlik yaptigimiz geziden bahsedecegim. Aslinda tatil bahane, esnek calisma saatlerine sahip birisi olarak genelde kafamiza estigi zaman kafamizin estigi yere gidebiliyoruz cok sukur. Postdoc olmanin da boyle bir avantaji var. Ama ne yazik ki bu guzel gunlerin de sonuna yaklasiyoruz.

Neyse, konudan uzaklasmayalim. Oncelikle Kaohsiung hakkinda biraz ansiklopedik bilgi vereyim. Kaohsiung, Tainan’in yaklasik 50km guneyinde yer aliyor. Taiwan’in nufus bakimindan en buyuk ikinci sehri ve ulkenin en buyuk limanina ev sahipligi yapiyor. Yuksek binalar, ticaret merkezleri ve genis caddeleriyle de modern bir sehir goruntusu var. 17. yuzyilda kucuk bir ticaret noktasi olarak kurulduktan sonra adamlar almis yurumus ve su an guney Taiwan’in kalbi durumunda.

Aslinda Kaohsiung’a gitmek pek kafamizda yoktu. Yeni yil tatilinden onceki haftalarda burada birlikte calistigim hocayla (Prof. Ke) ofisinde otururken tatil planlarindan bahsettik. Kendisi bana bir araba kiralayip Tayvan adasinin etrafinda bir tur atmak gibi vahsi ve macera dolu bir oneriyle geldi. Ancak her ne kadar macera seven insanlar olsak da bu teklif pek cazip gelmedi. Unutmadan soyleyeyim, bu tatil planlarinin yapildigi konusma ayni zamanda Ke’nin Fen Fakultesi dekani oldugunu ogrendigim gune de denk geliyor (Facebook’ta bahsetmistim). Tayvan’in Antalya’si konumundaki Kenting’de yerler hep doluydu (pahaliydi desek daha dogru olur sanirim). Daha sonra Ke bana Kaohsiung’a gitmeyi onerdi. Hemen Google Maps acilip gezilecek noktalar belirlendi, planlar yapildi. Birer gizli servis calisani edasiyla kusursuz bir plan yaptik. Eve gidip Selin’e bu planimizdan bahsetmek icin sabirsizlaniyordum. Selin’in de onaylamasiyla her sey hazirdi.

Neyse efendim Cuma sabahi erkenden atladik trene ve dustuk yollara. Tayvan’da trene binmek oldukca keyifli. Hatta trenle adanin etrafini dolasabilirsiniz, oyle de kapsamli bir demiryolu agi var. Kaohsiung’ta ilk duragimiz Lotus Golu idi. Aslinda gol degil de golcuk desek daha dogru olur, ustelik bir de insan yapimi. Adini da golde bulunan nilufer ciceklerinden aliyor. Gol ayrica etrafindaki tapinaklarla da meshur. Ke’nin de bana tavsiyesi gol etrafindaki tapinaklari mutlaka gormekti. Az falan da degil baya tapinak var golun etrafinda. Bunlardan benim en ilgimi ceken “Ejderha ve Kaplan Pagodasi” idi. Birer ejderha ve kaplanin agzindan giris yapmak suretiyle ulasiliyor pagodalara.

_DSC5605 _DSC5604 (2)

Sansimiza, gittigimiz gunun tatil olmasi sebebiyle sanirim, gol cevresi panayir gibiydi. Yemek saticilari yuruyus yolunu sagli sollu isgal etmislerdi. Ben biraz kalabaliktan rahatsiz oldum ama yapacak bir sey yok, adamlarin kendi ulkesi sonucta 🙂 Yurumek, fotograf cekmek, iki dakika soluklanmak falan cok cok zordu. Sakin bir zamanda ziyaret edip daha cok vakit ayirmak isterdim. Zaten yemek konusunda oldukca secici olan Selin bunun ustune karninda minik bir Hatipoglu tasiyor oldugu icin yemeklere hic yanasmadi. Ben de artik yavas yavas ne yedigime dikkat ediyorum. Neyse, soyle manzaralar vardi yemek saticilarinda:

Su izgaracinin onunde durup “abi benim elim bos kalmasin” demedigime pisman oldum simdi fotolara tekrar bakinca. O tapinaga gir, obur kuleye tirman, suraya da bakalim derken ogle vaktine gelmistik. Daha gezilecek cok yer vardi. Bir kosede soluklanip, gezimizin ikinci duragina nasil erisebilirizi tartismaya basladik.

Sonraki duragimiz National Sun Yat-Sen Universitesi kampusuydu. Aslinda biz plaja gidiyorduk ama iste olaya bakin ki plaj universite kampusundeydi. Adamlar denize sifir universite yapmis yahu! Olacak is degil. Yillarini Tinaztepe’de gecirmis birisi olarak cok icerledim bu duruma. Universitenin kampusu muazzamdi. Peyzaj meyzaj adamlar costurmus valla. Hava inanilmaz sicakti Subat ayi olmasina ragmen. Yanimiza mayolarimizi almamistik ancak yine de dizlerimize kadar girdik. O gunlerde Izmir’de kar yagiyordu falan 🙂 Bahsettigim plaj su sekilde, arkada gorunen binalar universite binalari. Bir tanesi yurt binasi hatta otel gibi. Alttaki fotograf da kampusten bir kare._DSC5653 (2)

_DSC5649 (2)

Suya gir, kumla oyna, ye-ic-dinlen derken fena sicak oldu hava ve vakit de hizla akip gitmisti. Bu yuzden daha fazla durmadik kumsalda.  Buradan sonra yakinda sehre hakim bir tepeye cikip sehri izlemeyi, sonrasinda da feribota atlayip limanin karsi tarafina gecip deniz kenarindaki parka gitmeyi dusunuyordum ama yorgunluktan oturu fikir degistirdik. Tabi bu arada saat de aksama dogru ilerliyordu. Selin’in hamileligi nedeniyle de ne olur ne olmaz diyerek cok da fazla kasmayalim dedik. Ne yapalim diye dusunurken aksam yemegi vaktinin yavas yavas geldigini farkedince artik bir sonraki duragimiz belli olmustu. Zaten daha yola cikmadan aksam yemegini Kaohsiung’a daha onceki ziyaretimizde de ugradigimiz Turk restorani Taksim’de yemeye karar vermistik. O yuzden direk metroya atlayip restoranin yolunu tuttuk.

Onceki gidisimizde kendim icin iki ayri yemek soylemem uzerine “once bir porsiyonlari gorseydiniz” diyerek beni gulumseten isletmeci arkadas neyse ki bu sefer ayni hataya dusmedi, ne soylediysem getirdi. Porto’da Mehmet abi ve Rukiye’nin hunerli ellerinden cikan yemekler, donerler ve pidelerle oldukca simartilmis oldugumuz icin yurtdisindaki bir Turk restoraninin kalitesi konusunda cita bir hayli yuksekti. Ancak Taksim’de yediklerimiz ve menu bizi tatmin etti. Yemegin ustune ikram edilen cay da ilac gibi geldi. Aslinda Tainan-Kaohsiung arasi mesafenin kisaligi dusunulurse sirf yemek icin bile gidip gelinebilinir ara sira.

Neyse, yemeklerimizi de yiyip mutlu olduktan sonra donus yoluna hazirdik. Aslinda benim aksam icin bir Night Market’a ugrama planim vardi ama yorgun oldugumuz icin cok israr etmedim. Donus yolunda yururken bizim fuar gibi bir parkin kosesine kondurulmus Ritzenhoff adli cok sirin bir restoran gorduk. Bir seyler icip soluklandiktan sonra tren istasyonuna gidip evimizin yolunu tuttuk. Bir gezi de boyle bitmisti!