Dokuz Eylül anıları: Altı saat süren Sayılar Teorisi Sınavı

Geçenlerde ekşi sözlükte tanıdığım matematikçiler hakkında ne yazmışlar diye bakınırken, Engin Hoca’nın (Engin Mermut) başlığına kuul adlı kullanıcı tarafından yazılmış şu entry ile karşılaştım:

şimdiye kadar buralara adının düşmemesini büyük hayretle karşılıyorum. kendisi bilkent çıkışlı bir dokuz eylül hocasıdır. matematik bölümünde ikamet eder. çalışma azmi karşısında tek rakibi zannedersem atom karınca olsa gerektir. gelgelelim bu azmin öğrencilere dönüşü pek de tatlı olmaz. kendisi tek dönemde birkaç kitabı yazma ve anlatma kapasitesine sahiptir. eğer dersini alıyorsanız yapacağınız şey kıçınızdan soğuk terler dökerek yazdığınız notları ‘ya nasip’ diyerek açmak ve gözünüze kestirdiğiniz bir kısım yerleri çalışarak sınava girmek ya da geçmiş senelerin sorularını tedarik edip onları ezberlemektir. gerçi allah var sınavda soru sorduğunda içinde kolaylıkla yapabileceğiniz birkaç soru mutlaka çıkacaktır. ancak sorun şu ki o kolaylıkla yapabileceğiniz sorular 400 sayfalık kitabın ilk yarısından mı yoksa ikinci yarısından mı gelecektir? işte essah mesele de zaten budur. bir de biz o günleri görmedik allahtan ama bir kısım mağdurlardan işitiyoruz ki bir zaman sınavlarında defter kitap serbest, süre 6 saat ve sınavlar da 150-180 puanlık olurmuş.

Her ne kadar geçtiğimiz günlerde eve bir tansiyon aleti almış olsak da, aslında henüz anılarımı yazmaya başlayacak kadar yaşlı olmadığımı düşünüyorum. Ancak ekşisözlük’teki entry bana yıllar önce aldığım sayılar teorisi dersini (ve sınavını) hatırlattı ve hala bazı şeyleri hatırlıyorken yazmaya karar verdim.

Yazarın da belirttiği gibi, Engin Hoca’nın başlığına sadece bir entri girilmiş olmasına ben de şaşırdım. Entride geçen “…bir zaman sınavlarında defter kitap serbest, süre 6 saat ve sınavlar da 150-180 puanlık olurmuş” kısmı ise bana anında Hasibe Eren’in şu tweetini hatırlattı:

Her neyse, 2002-2003 öğretim yılıydı ve ben Dokuz Eylül Üniversitesi Matematik Bölümü’nde üçüncü sınıf öğrencisiydim. Güz müydü bahar mıydı hatırlamıyorum ama Engin Hoca’nın seçmeli ders olarak “Introduction to Number Theory” dersini açacağını duyduk. O zamanlar Gökhan Hoca ve Engin Hoca hangi dersi açıyorsa almak gibi bir prensibim vardı ve bu dersi de almamak olmazdı. Ve olaylar gelişti.

Yanlış hatırlamıyorsam Engin Hoca dersi ilk defa bizim dönemde açmıştı. Ders kitabı olarak Silverman’ın “A Friendly Introduction to Number Theory” kitabını takip edecektik. Kitabın içindekiler kısmına ve kalınlığına baktığımızda ilk görüşler “Engin Hoca’nın bile” o kitabı bir dönemde bitiremeyeceği yönündeydi. Ama Engin Hoca’nın şakası yoktu tabi ve bütün kitabı bitirdik. Herhalde ortalamada her hafta 3-4 kısım bitiriyorduk kitaptan. Dersler zaman zaman Engin Hoca ve sevgili dostum Zafer arasında soru-cevap şeklinde geçiyordu. Bense daha ziyade bütün bu olan biteni seyredip sonrasında bir güzel sindirmeye ihtiyaç duyuyordum. Hatta belki de real-time strateji oyunları yerine turn-based strateji oyunlarını sevmem benzer sebeplerdendir.

Her neyse, söz konusu vizeye gelelim. Aslında Engin Hoca vizede notlar ve kitabın açık olduğunu ve vizenin süresinin “acıkıncaya kadar” olduğunu belirttiğinde işin rengi belli olmuştu. Sınav sırasında durum öyle bir hal aldı ki, o sıralarda kısmi diferansiyel denklemler dersine sınıfın büyük bir kısmının girmediğini gören Gonca Hoca bizim sayılar teorisi sınavında mahsur kaldığımızı duymuş ve sınıfa gelmişti. Ben sınavdan ilk çıkanlardandım ve dört saat civarı kalmıştım. Sınav kaç puan üzerindendi hatırlamıyorum ama ben saat başına 21.75 ortalama ile 87 aldım. Kitabın açık olduğu ve dört saat oturduğunuz bir sınavda 87 almak başarı sayılır mı sayılmaz mı takdiri size bırakıyorum.

O zamanlar Engin Hoca’ya verdiğimiz sınav kağıtlarımız kırmızı tükenmez kalemle yoğun bir şekilde düzeltilmiş olarak geri gelirdi. Hatta bazen öyle olurdu ki Engin Hoca’nın düzeltmeleri bizim yazdığımız cevaplardan daha fazla olurdu! Bu sebeple Engin Hoca’nın kağıdıma yazdığı “very well written” yorumunu unutamam. Öyle ki aldığım nottan çok bu yoruma sevinmiştim. Aradan çok zaman geçtiği için soruları falan hatırlamıyorm. Sınav kağıdı hala eski notlar ve kitapların arasında İzmir’de duruyor olmalı. İzmir’e gittiğimde bulabilirsem süper olur.

Sonuç olarak, çok zevk aldığım bir dersti. Hatta linsans eğitimimde cebir dersleri dışında beni Sedef Hoca’nın açtığı “Ölçme Teorisi ve Lebesgue Integrali” dersi ile birlikte en çok etkileyen dersti.

Bu yazıyı yazarken Dokuz Eylül’deki yıllarımı düşündüm ve aradan geçen yaklaşık 20 senenin ne yazık ki bir çok şeyi hafızamdan sildiğini fark ettim. Çok güzel zamanlardı. Hatırladıkça burada paylaşmaya çalışacağım.

Portekiz, Tayvan ve Kuveyt’te Matematik

Geçtiğimiz günlerde, Matematiğin Peşinde adlı Youtube kanalından Ezgi Hanım ile “Portekiz, Tayvan ve Kuveyt’te Matematik” başlıklı bir söyleşi yaptık. Benim için güzel bir deneyim oldu. Ayrıca Youtube kanalında daha bir çok (hatta belki daha da ilgi çekici) video var. Bir göz atmanızı tasiye ederim.

Eğer ilgilenirseniz video iki parça halinde burada ve burada. Videoda bahsettiğim (ya da bahsetmeyi unuttuğum) bir kaç konuya buradan ekleme yapmak istiyorum. Aslında basit bir Google aramasıyla bulunabilse de, Portekiz’deki doktora programının sayfasından program hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Tek senelerde dersler Porto’da, çift senelerde de Coimbra’da oluyordu ben oradayken, hala da öyledir sanırım. Daha sonra danışmanınız hangi üniversitedeyse oraya kayıt olup diplomanızı da o üniversiteden alıyorsunuz. Normal süre 1 yıl ders + 3 yıl tez olarak dört yıl. Burslar da dört yıllık. Geçenlerde doktora hocam Christian’dan öğrendiğime göre son zamanlarda yapılan bir değişiklikle, burslar artık projelere verilmeye başlanmış. Yani yanlış anlamadıysam hangi hocanın öğrencisinin burs alacağı önceden belli oluyor. Bu durum benim gibi oraya kimle çalışacağına karar vermiş arkadaşlar için avantajlı olabilir sanırım.

Videoda da belirttiğim gibi, Türkiye’de çok bilinmiyor sanırım ama hem Porto hem de Coimbra’da (ve ayrıca Lizbon’da) oldukça güçlü ve aktif matematik bölümleri var. Hocalar arasında doktorasını İngiltere, Fransa ve ABD’de yapanlar bir hayli fazla. Her sene gelen giden bir sürü matematikçi oluyordu. Hatırladığım kadarıyla, kendi alanımda çalışanlardan ben oradayken Porto’yu ziyaret edenler arasında Edmund Puczylowski, Patrick Smith, Agata Smoktunowicz, Estanislao Herscovich, Engin Büyükaşık, Jerzy Matczuk, Jawad Abuhlail, Miodrag Iovanov, Tuğba Güroğlu… bulunuyordu. Kesin unuttuğum isimler vardır. Ayrıca iki tane de Fields madalyası sahibi, Atiyah ve Kontsevich de ben oradayken gelmişlerdi. Bir de tamamen alakasız olarak, Beşiktaş da iki sezon Şampiyonlar Ligi için Porto’ya gelmişti. Futbola meraklıysanız Porto ya da Boavista’nın maçlarını canlı canlı seyredebilirsiniz.

Neyse, bu kadar reklam yeter.

Até logo!

Kısa, buruk bir Türkiye tatili ve Covid-19 testi

Herkese selam. Öncelikle buraya Covid-19 testi için geldiyseniz, kendi test deneyimimden bahsederek başlamak istiyorum.

Covid-19 Testi

Kuveyt’e 22 Ağustos Cumartesi sabahı saat 04:35’te varacaktım. Kuveyt Covid testinin geçerlilik süresini 72 saat olarak belirliyor. Bu yüzden de testi en erken Çarşamba günü yaptırabilirdim. Test için ilk seçeneğim Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ydi. 18 Ağustos Salı günü öğleden sonra DEÜ Hastanesine gittiğimde bana günde sadece 25 test yaptıklarını ve test yaptırmak istediğim zaman sabah erken saatte (sabah 7:00 civarında) oraya gidip 25 kişilik listeye girmeye çalışmamı tavsiye ettiler. Bunun üzerine bir de Poligon’da bulunan İzmir Halk Sağlığı Müdürlüğü Ek Binası’na gittik. Burada da bize testlerin her gün saat 15:00’te başladığını ve yine biraz erken gelip isim listesine adımızı yazdırmamızı söylediler. 25 kişi sınırlaması olmaması nedeniyle testi Halk Sağlığı Müdürlüğü’nde yapmaya karar verip oradan ayrıldık.

Test için 19 Ağustos 2020 Çarşamba günü saat 14:15’te oradaydık. Listeye adımı yazdıktan sonra da test ücretini (250TL) orada bulunan Halkbank ATM’sinden kartsız işlem yaparak havale ettim. Sanırım test ücretleri önceden testi nerede yaptıracağınızdan bağımsız olarak Halkbank şubelerine yatırılıyormuş. Ancak bu uygulama geçen hafta değişmiş. Mesela DEÜ Hastanesi’nde de bana test ücretinin orada bulunan vezneye yapılacağı söylenmişti. Bunu test yaptıracağınız kurumda tekrar teyit etmekte fayda var. Testlerin yapılması, isim listesine yazılan sıraya göre yapıldı. Ben testimi yaptırıp sürüntü örneğimi verdiğimde saat 15:20 civarıydı. Yani aşağı yukarı 1 saatte işimiz bitmişti.

Test sonuçlarına yaklaşık 24 saat sonra e-nabız’dan ulaşabileceğimiz söylendi. Ancak Cuma sabah olduğunda (yani 36 saatten fazla geçmesine rağmen) ben test sonucumu göremedim. Bunun üzerine testi yaptırdığım binaya gidip testin çıktısını almak zorunda kaldım. Neyse ki test sonucunu İngilizce olarak da veriyorlar ve çeviriyle uğraşmak zorunda kalmadım. Bu arada, gerek test aşamasında gerek de test sonrasında Halk Sağlığı Müdürlüğü çalışanları çok yardımcı oldular. Özellikle test günü (ne yazık ki) adını ve unvanını bilmediğim bir beyefendi bütün herkesin sorularını tek tek, sabırla dinleyip cevapladı.

Test sonucumu aldığımda aslında test sonucunun 20 Ağustos Perşembe günü saat 16:30’da (yani yaklaşık 24 saat sonra) çıktığını gördüm. Ancak teknik bir aksaklık nedeniyle benim sonucum e-nabız’a düşmedi. Kendi seyahat edeceğiniz ülkenin test geçerlilik süresine ve seyahat/varış tarihinize göre kendi test programınızı ayarlamalısınız.

Bu anlattıklarım 17-21 Ağustos haftası için geçerlidir. İlerleyen günlerde güncelliğini kaybedebileceği için kendinizin de test yaptıracağınız zaman bu bilgileri teyit etmenizi tavsiye ederim. Bilmeyenler için, testi yaptırdığım merkezin konumu şurası:

Covid 19 testi kısmı böyleydi.

Tatil Anıları

Kuveyt’te bilmemkaçıncı e-learning bittikten ve notlar duyurulmak üzere teslim edildikten sonra beklenmedik ve ani bir şekilde üniversite yaklaşık 10 günlük bir yıllık izin verdi. Bu o kadar ani oldu ki, iznin duyurulması ve başlangıç tarihi arasında sanırım 2 gün falan vardı. Covid koşullarında seyahat etme konusunda tereddüt ettim ilk başlarda ancak hiç tatil yapmadan 2020-2021 öğretim yılına başlamak da iyi bir fikir değildi. Ayrıca biricik kızımı da 2 aydır görmemiştim. Her zamanki gibi Selin’le durumu değerlendirip İzmir’e gitmeye karar verdim. 1-2 saat içinde biletimi almıştım ve 12 Ağustos günü İzmir’e seyahat edecektim. Bu arada seyahatimi aşagıdaki kılıkta tamamladım:

Tatil aslında iyi başlamadı. Jazeera Airways uçuşu kalkışa saatler kala iptal etti ve bana 2 gün sonrasına bilet vermeye kalktı. 11 Ağustos gecesi Kuveyt’te son saatlerimi Jazeera biletimin parasını geri alıp başka uçuş aramakla geçirdim. Ayrıca sabah beni havaalanına götürmesi için anlaştığım taksici de gelmedi, ancak şanslıydım ve sabahın 5’inde kapıdan geçen bir taksici bulabildim! Neyse ki planladığım tarihte, hiç gün kaybetmeden İzmir’e vardım.

Çarşamba, Perşembe ve Cuma günlerini aile bireyleriyle İzmir’de geçirdikten sonra haftasonu Çeşme’ye geçtik. Çeşme her zamanki gibi çok güzeldi ve Ağustos ayına göre oldukça tenhaydı. Tatili dolu dolu geçirmeye o kadar istekliydim ki sabahın 7’sinde uyanıp Ilıca plajına yürüyüşe giden Selin’e ve sevgili yengem Elvan’a eşlik bile ettim.

Yukarıda bahsettiğim PCR testi için Salı günü Çeşme’den DEÜ hastanesine geçtik. Bu arada DEÜ hastanesi covid kliniğinde karşılaştığım ortam oldukça ürkütücüydü. Her tarafta şeffaf plastik perdeler ve ful koruyucu kıyafetler giymiş doktorlarla ortam tam bir bilim kurgu filmi seti gibiydi. Çarşamba günü test yaptırdıktan sonra Selin’le son bir gün için tekrar Çeşme’ye geçtik ve Çarşamba ve Perşembe gecelerini de orada geçirdik. Tatilin son günleri test sonucunun e-nabızda bir türlü görünmemesi yüzünden biraz stresli geçti ve Cuma sabah Çeşme’den ayrılıp yol üstünde test sonucumu aldıktan sonra yolculuğu beklemek için Karşıyaka’ya geçtik.

Tatil buruk geçti çünkü kısaydı. Yapmak istediğim bir çok şeyi yapamadım. Çok istediğim halde, hem kendimin hem de onların sağlığını düşündüğüm için dostlarımla görüşmedim. Karşıyaka çarşıya çıkmadım, Bostanlı sahile gitmedim, bırakın fotoğraf çekmeyi, yüküm hafif olsun diye valizsiz seyahat ettim ve makinemi yanıma almadım.

Bütün burukluğuna rağmen tatilin iyi yanları da vardı tabii. Kısa da olsa kızım, eşim ve ailemle hasret giderdim (ama yine de doyamadım). Kuveyt’te bulamadığım için bol bol bira ve rakı içtim. Tatilin en tatmin edici kısmı işin gastronomik boyutu ve özellikle Çeşme’de bahçeye yapılan fırında pişen yemeklerdi sanırım (ama yine de Çeşme’de kumru yiyecek bir fırsat bulamadık). Bir dahaki sefere fırında neler yapabiliriz diye şimdiden düşünmeye başladık!

Ne kadar kısa da olsa tatil tatildir. Şimdi düşünüyorum da, Selin’le İnönü Caddesi’nde trafikte geçirdiğimiz vakit bile çok kıymetliymiş. İnsanın bunaltıcı iş ortamından uzaklaşıp kendini yenilemesi önemli.

Kuveyt’e giriş yaptıktan sonra 14 gün boyunca zorunlu karantinadayım. Burada Sağlık Bakanlığı telefona kurulan bir uygulama ile karantinayı ihlal edip etmediğinizi takip ediyor. Belirli aralıklarla telefona bir bildirim geliyor ve belirli bir süre içinde uygulamayı kullanıp bir selfie çekiyorsunuz. Sanırım uygulama konum bilgisine de ulaşıp sizin karantina için belirttiğiniz adreste olup olmadığınızı takip ediyor. Hayatımda hiç bu kadar selfie çekmemiştim.

Kuveyt’e döner dönmez işlere kaldığım yerden devam ediyorum. Şimdi önümüzde yine, yeni, yeniden Calculus II anlatacağım bir e-learning ve bir an önce bitmesi gereken, yılan hikayesine dönmüş bir makale var.

Bir Dizi Daha Bitti – Sons of Anarchy

Blog’da taslak halindeki yazilara bakarken 2017’den kalan bu yaziyi ve neredeyse tamamlanmis oldugunu gorunce “Aa ben bunu neden yayinlamamisim ki?” diye sordum kendi kendime. Netflix’te de oynayan bir dizi, eger izleyecek bir dizi ariyorsaniz bir sans verebilirsiniz. Asagidaki yazi 2017’den kalma. Sadece bu onsozu simdi yazdim. Ayrica dizideki Opie rolundeki Ryan Hurst simdi de the Walking Dead’de Beta karakterini canlandiriyor.

Dün akşam Selin’le bir dizi daha bitirdik, ve bu diziyi buradan paylaşmak istedim. Dizinin adı Sons of Anarchy (kısaca SOA). Şimdiye kadar hiç “En İyi x Dizi” (where x is a natural number) listesi yapmadım, ama eğer yaparsam Six Feet Under ile birlikte SOA listenin bankoları olacaktır. Dizi, Sons of Anarchy adlı motorsiklet kulübünün bir üyesi olan, otuzlu yaşlarının başındaki Jax Teller’ın, klüple ilişkisi ve yeni doğan oğluna karşı görevleri arasında bir denge bulmaya calışmasının hikayesiyle başlıyor.

Daha da acacak olursak. SOA, Charming’te yasal ve yasadisi isler yuruten bir motorsiklet kulubu. Silah kacakciligi ve tamirhane islerini bir arada yurutuyorlar. Kulubun baskani Clay isleri eski usul gormeyi seviyor ve siddet taraftari. Clay’in uvey oglu ve baskan yardimcisi olan Jax’in ise kulubun gercekten ne yapmasi gerektigi konusunda supheleri var. Diger yandan da yeni dogan oglunun da Jax’in kafasini kartistirmasi var. Eski bir kulup uyesi olan babasi John’un gunlugunu okuyunca da Jax’in bu dusunceleri percinleniyor. Dizinin ilk sezonlari Clay ve Jax arasindaki bu catismanin etrafinda donuyor.

Selin’le yeni dizi politikamiz geregi artik bir kac tane devam eden dizi disinda (Supernatural, the Walking Dead, Game of Thrones) oynayip bitmis dizileri izliyoruz. SOA yedi sezon ve 92 bolumluk bir dizi, 2008 ve 2014 arasinda yayinlanmis. Sadece Jax degil, yedi sezon boyunca dizideki bir cok karakteri ayrintili tanima firsatimiz oluyor. Dizinin guzel bir yani bence dizideki butun karakterlerin kotu insanlar olmasi. Ilk baslarda Tara farkli diyorsunuz, ama bakiyorsunuz o da cozutuyor. Ya da Juice’a biraz farkli gozle bakiyorsunuz ama sonuc yine husran. Belki Opie’yi farkli bir kefeye koyabilirz. Evet, Opie baska.

Benim diziden daha once tanidigim tek oyuncu Clay Morrow karakterini canlandiran Ron Perlman’di. Gemma rolündeki Katey Segal daha önce Married With Children’da oynamış ama takip etmediğim bir diziydi. Sinema elestirmeni degilim ama bence oyuncu secimleri ve oyunculuklar guzeldi, benim gozume batan bir sey olmadi yani. Bu diziyi soyle 10-15 yil once izlemis olsaydim, ortalikta ben SOA’ciyim falan diye gezer, ben motor alicam diye tutturur, ya da en azindan MSN ya da ICQ durumuma “Come join the murder / come fly with black / we’ll give you freedom / from the human trap / soar on my wings / you’ll touch the hand of god / and he’ll make you king” falan yazardim ama yapmayacagim (ya da galiba yaptim bile).

Simdilik Opie’nin “I got this” ve Jax’in “Bad guys lose” replikleri diziden taze taze aklimda kalanlar. Bir de tabi dizinin efsane muzikleri yadigar kaldi. Bu arada, “murder” kelimesinin bir diger anlami da karga surusu demekmis. “A murder of crows” gibi yani. Yalniz bu referans icin yedi sezon beklemeniz gerekecek.

Sons of Anarchy IMDB sayfasi: http://www.imdb.com/title/tt1124373/

Simdi sirada True Detective Sezon 2 var.

SOA.jpg

Cesur Yeni Dunya: Coronavirus, Uzaktan Egitim, ve prepperlar

Ilginc zamanlardan geciyoruz, heyecan ve ayni zamanda endise verici zamanlar. Burada (yani Kuveyt’te) tum okullar iki haftadir tatil ve (simdilik) Mart sonuna kadar da oyle kalacak. Hollywood filmlerinde izlemeye aliskin oldugumuz senaryolarin icinde bulduk kendimizi birdenbire. Ancak izlemesi guzel olan bu senaryolari yasamak cok da keyifli degilmis.

Gelismelere paralel olarak benim calistigim universite de 2 hafta once dersleri askiya aldi ve bu haftadan itibaren de online egitime gecildi. Su siralar haril haril powerpoint falan hazirlaniyor. Bu hatfa ogrencilerimle ilk online derslerimi yaptim. Onumuzdeki hafta da bazi platformlar araciligiyla daha interaktif bir uzaktan egitim macerasina baslayacagiz. En basindan beri tahtada ders anlatmaya (hatta mumkunse tebesirle) meyilli birisi olarak bu tur zimbirtilardan olabildigince kacmaya calistim, ancak buraya kadarmis. Universitenin uzaktan egitim el kitabinda da dedigi gibi “necessity is the mother of invention”.

Durum karsisinda gozledigim kadariyla tepkiler degisken. Durumu ciddiye almayanlar da asiri ciddiye alanlar da mevcut. Ozellike Turkiye vakanin gorulmesinin gec olmasi bakimindan diger ulkelerin gerisinde. Aslinda bu durum diger ulkelerin hatalarindan ders alip hazirlanmak icin bir avantaj olarak gorulebilir. Turkiye’de bence tehlikeli olan sey bu durumu onemsiz bir seymis gibi gostermek. Hastaligin buyuk cogunlukla yaslilarda ve kronik hastalarda olumcul olmasi argumani insanlarda rehavete sebep oluyor. Buna ilk baslarda ben de kapilip salgini kucumsemistim ama bu arguman olayin sadece bir boyutu. “Her yil soguk alginligindan su kadar insan oluyor” onermesi bence saglikli cikarimlar yapmak icin tek basina yeterli degil. Burada her sene ne kadar insan soguk alginligi geciriyor bilmiyoruz, dolayisiyla “olumculluk” kiyasi yapmak icin gerekli olan olum oranini bilmiyoruz. Sunu ben de kabul ediyorum ki, hic semptom gostermeden Covid-19’u atlatan insanlar oldugunu da dusundugumuzde corona’nin olum orani su anda hesaplanandan da dusuk oluyor. Yani evet, “cok da olumcul bir hastalik degil” sanirim.

Diger yandan da mesele salt koronavirusten olup olmemek degil. Koronavirusu hafif atlatmak bireysel anlamda iyi bir gelisme olarak gorulebilir ancak yine de bu kisiler bilmeden hastaligin yayilmasina sebep olabilirler. Vaka sayisinin artmasi lojistik ve ekonomik sorunlari da beraberinde getiriyor. Italya’da yogun bakim unitelerinin yetersiz kalmasindan soz ediliyor. Salginin buyumesi durumunda Turkiye sizce durumla nasil bas edebilir? Vaka sayisinin sicrama yapmasiyla insanlarin panik yapip marketlere hucum etmesini ve tedarik zincirinin aksamasini hayal edin. Insanlar virusten korksun demek olmekten korkmak degil, salgini ustesinden gelebilecegimiz bir halde atlatmak aslinda. Yani zararsizmis gibi davranmak yerine, ciddiye alip onlem almak ve vaka sayisini idare edilebilir duzeyde tutmak gerek. Mantikli olan insanlari bu konularda acik acik uyarmak, gercekten seffaf olmak ve isin ciddiyetini insanlara ogretmek diye dusunuyorum. Istatistiksel olarak cok buyuk olasilikla dunyanin sonuna dogduk[1]. Yani “dunyanin sonu geldi” diyenlerin hakli olmasi matematıksel olarak cok olasi.

Bu durumda vatandaslara ve devlete buyuk is dusuyor. Umarim devletimiz beni yaniltir ve bu sinavdan super bir sekilde cikar. “Virus laboratuarda uretilmis” gibi kanit falan sunmadan sallayanlara ya da “kuresel gucler yine bir isler ceviriyor” diyenlere kulak asmayin. Lutfen isi ciddiye alin, kurallar basit. Guvende ve saglikli kalin! Yapilmasi gereken vaka sayisini saglik sistemlerinin kaldirabilecegi seviyenin altinda tutmak. Buna da “vaka-zaman egrisini duzlestirmek” diyebiliriz:

Tam ben bu satirlari yazarken Kuveyt resmen iki hafta boyunca ulkeyi kapatmaya karar verdi. Havaalani, alisveris marketleri, restoranlar iki hafta boyunca kapali… Cesur Yeni Dunya’ya hos geldiniz!

[1] Nufusun her nesil iki katina ciktigi ve sonunda kaynaklari tuketip yok oldugu bir gezegen hayal edin. Eger bu gezegende yasamis ve yasayacak olan butun bireylerden birini rastgele secseydik, %99 olasilikla bu birey gezegende yasamis son nesillerden birine dusecektir.

Tarihte Bugun

Eger gunun birinde belki kibarliktan, belki de meraktan bana “Ee, Portekiz’de hayat nasil/nasildi?” gibi bir soru sorma talihsizligini yasadiysaniz bu ulke hakkindaki goruslerimi biliyorsunuzdur. Ancak kayitlara gecmesi ve daha once bu sorunun cevabini benden duymamis kisiler icin burada kisaca bir kez daha ifade edeyim: Dunya’nin diger ulkelerini gormeye ihtiyacim yok – Portekiz benim icin dunya uzerindeki en guzel ulke. Bu kadar da net soyluyorum. Bunun nedenlerini uzun bir sekilde, baska bir yazida anlatirim umarim.

* * * * *

Portekiz demek tabi bir taraftan da Portekizce demek. Portekizliler ve onlarin inisli-cikisli, coskulu konusmalarini duyup da bu dile hayran olmamak mumkun olsa da sempati duymamak mumkun degil diye dusunuyorum. Cumlede vurgunun her zaman yuklemden onceki kelimede, kelimede vurgunun da son hecede oldugu, (bence) mekanik ve tekduze Turkce’den sonra Portekizce (ve benzeri diller) kulaga daha hos geliyor. Ya da en azindan benim kulagima daha hos geldi. Simdi bu Portekiz ve Portekizce hayranligimi itiraf etmeme kanip da cok guzel Portekizce konustugumu sanmayin. Ne yazik ki Portekiz’de gecirdigim yaklasik bes yila ragmen bu dili gerektigi akicilikta konusamiyorum. Zamaninda onemsemedim, ogrenmesi de zor bir dil oldugu icin cok da caba sarfetmedim. Eh caba sarfetmeyince de iste Portekizce seviyeniz benim gibi “derdimi anlatacak kadar” seviyesinde kaliyor. Ancak yine de arada sirada Portekizce film seyrederken bazi cumleleri anlama konusunda fena olmadigimi gorup de seviniyorum, bir sekilde avunuyorum iste.

* * * * *

Uc yil once bugun, 12 Mart 2013 aksami, Selin ve ben Portekizce’yi ileri bir seviyeye cikarip bir siir dinletisinde siir okuduk. Olay soyle gelisti. Selin’le birlikte 2012-2013 ogretim yilinda, Portekiz devletinin duzenledigi Herkes icin Portekizce kursuna katildik. Burada hemen bir parantez acip Portekiz Devleti’nin bu kursa katilanlara ustune (hic de sembolik olmayan bir miktar) para odedigini de belirteyim. Selin A seviyesine kayit oldu, ben de daha once A seviyesini tamamladigim icin B seviyesine kayit oldum. Kurs ilerledikce kendi kendime neden A seviyesini de ayni kursta tamamlamadigima hayiflandim, cunku daha once gittigim kursa gore daha memnun kaldim. A seviyesini tamamladigim kurum bu isi bir nevi hayrina yapan vakif gibi bir kurumdu. Ancak tam bir okul olmadigi icin olsa gerek ben ogretmenlerden ve yontemlerinden pek memnun degildim acikcasi. Zaten ilk senemde kursu yarim biraktim ve A seviyesini anca ikinci senemde tamamlayabildim. Doktoramin son senesinde haftanin iki aksami ucer saati Portekizce’ye ayirma konusunda hic de istekli degildim. Yani kursa olan ilgim pamuk ipligine bagliydi. Neyse ki Selin’in israrlarina ek olarak cok iyi bir ogretmene denk geldim ve kursu tamamladim. Buradan kendisine saygilarimi gonderip kulaklarini cinlatayim, cok sempatik ve enerjik bir ogretmendi. Tum ders boyunca buyuk bir cosku ve heyecanla dersi anlatirdi. Gercekten isini severek yapan birisi oldugu belli oluyordu. Neyse, gel zaman git zaman aylardan Subat oldu. Bir gun derste ogretmen Mart ayinda bir etkinlik duzenlenecegini acikladi. Kisaca anlatmak gerekirse bir nevi okuma bayrami duzenlenecekti, ve kursa katilanlar Portekiz’in unlu sairlerinden siirler okuyacaklardi. Etkinlige katilim gonulluluk esasina dayaliydi. Siirle arasi pek de iyi olmayan ve durumu siir de yazmadigi halde “baskasinin yazdigi siiri neden okuyayim yahu” seklinde aciklayan bendeniz once olaya sicak bakmadim ve katilmaya yanasmadim. Ancak hemen yanimizdaki sinifta Selin olaya muazzam bir giris yapmis, sinifin en parlak ogrencisi olmasi nedeniyle hemen hemen her siirde bir parca almisti (siirleri cogunlukla birkac kisi paylasarak okuduk). Neyse ki benim de gaza gelip olaya girmem uzun surmedi.

* * * * *

Bana verilen siirler arasindan birisi daha ilk basta gozume carpmisti. Hani olur ya, bir secim yapmaniz gerekiyordur ve ne kadar dusunurseniz dusunun ilk basta gozunuze carpan/akliniza takilan secenekte karar kilarsiniz ve sonunda dogru secimin o oldugu ortaya cikar. O secimi yapacaginiz sanki cok onceden, henuz her sey bir gaz ve toz bulutundan ibaretken belirlenmistir. Bana da siir secimi konusunda oyle oldu. Secimimi ogretmene ilettigimde o da zaten benim onu sececegimi dusundugunu soyledi ve siiri Selin’le birlikte okumamizi tavsiye etti. Zaten az miktarda olan okuru fazla bekletmeden hangi siiri okudugumuz soyleyeyim. Okudugumuz siir Eugénio de Andrade’den “Um rio te espera” (Turkce’si “Bir nehir seni bekliyor”) adli eserdi. Hah, soylemeyi unuttum, okuyacagimiz siirlerin hepsi Porto’yla ilgiliydi. Icinden nehir gecen sehirlerin ayri bir havasi oluyor. Bir kere kesin birileri o nehir hakkinda bir siir yazmistir. Bizim siir de adindan anlasilabilecegi gibi D’ouro ile ilgiliydi. Selin’le bayagi bir calistik siir icin. Selin ozellikle o abandonado kelimesini Ingilizce’deki gibi telaffuz etmekte uzun bir sure israr etti:) Ogretmeni de her defasinda sabirla duzeltti Selin’i.

* * * * *

Sonunda beklenen gun geldi catti ve Selin’le birlikte siirimizi kazasiz bir sekilde okuduk. Ben sadece bir siir okudum, Selin kac tane siirde gorev aldi hatirlamiyorum, sayamadim bile. Sahneden hic inmedi desem abartmis olmam. Zaten kendisi de sinifin en onunde oturur, gozluklerini takar ogretmeni beklerdi. Ogretmeninin goz bebegiydi, afferindi Selin’e. Siirlerden sonra da ogrencilerin getirdigi kendi ulkelerine ozgu yiyeceklerden tattik, sohbet ettik ve guzel bir vakit gecirdik. Ilk baslarda sahne korkusu temelli tereddutlerimin bosuna oldugunu gordum ve hayatim boyunca hic unutmayacagim bir anim (ve unutamayacagim bir de siir) oldu, iyi ki katilmisim. Bu da Selin’le performansimizdan bir kare, Hale’nin objektifinden:

2013-03-12 19.16.34

Siiri merak edenler icin: Google’da kolayca bulabilirsiniz ama, sozlerini de yazayim da tam olsun. Asagiya siiriin hem Portekizce’sini hem de Ingilizce cevirisini yaziyorum. Turkce’ye cevirmeye cesaret edemedim (Ingilizce ceviri de bana ait degil zaten).

“Um rio te espera”

Estás só, e é de noite,

na cidade aberta ao vento leste.

Há muita coisa que não sabes

e é já tarde para perguntares.

Mas tu já tens palavras que te bastem,

as últimas, pálidas, pesadas, ó abandonado.

***

Estás só

e ao teu encontro vem

a grande ponte sobre o rio.

Olhas a água onde passam os barcos,

escura, densa, rumorosa

de lírios ou pássaros nocturnos.

***

Por um momento esqueces

a cidade e o seu comércio de fantasmas,

a multidão atarefada em construir

pequenos ataúdes para o desejo,

a cidade onde cães devoram,

com extrema piedade,

crianças cintilantes e despidas.

***

Olhas o rio

como se fora o leito

da tua infância:

lembra-te da madressilva

no muro do quintal,

dos medronhos que colhias

e deitavas fora,

dos amigos a quem mandavas

palavras inocentes

que regressavam a sangrar,

lembras-te da tua mãe

que te esperava

com os olhos molhados de alegria.

***

Olhas a água, a ponte,

os candeeiros,

e outra vez a água;

a água;

água ou bosque;

sombra pura nos grandes dias de verão.

***

Estás só.

Desolado e só.

E é de noite.

Ingilizce cevirisi de su sekilde:

“A river awaits you”

You are alone and it is night

in the city open to the east wind.

There is much you do not know

and it is too late for you to ask.

But you have words enough for you

the final ones,

pale, leaden, and you, abandoned.

***

You are alone

and the great bridge over the river

comes to meet you.

You look down to where the boats have passed,

the water dark, thick, murmuring

of lilies or or birds of night.

***

For a moment you forget

the city and its commerce-ridden ghosts,

its crowds scurrying to construct

little coffins for their desires,

that city where dogs devour,

with extreme piety,

children glistening

in their nakedness.

***

You look at the river

as if it were your

childhood bed:

you remember honeysuckle

on the backyard wall,

medronho fruit you gathered from the tree,

then threw away,

friends to whom you sent

innocent words

that returned bleeding,

you remember your mother

waiting for you,

eyes moist with joy.

***

You look at the water, the bridge,

the rows of lights,

and once again the water;

the water;

water or woods;

pure shadow

in the long days of summer.

Cok alakasiz, onemsiz, ve kucuk seylere anlam yuklemeye bayilirim. Mesela Porto’da kullandigim metro kartlari veya guzel bir yaz gununde bizi Vila Real’e tasiyan otobusun bileti hala durur cuzdanimda. Bu siire de ayri bir anlam asilamasam olmazdi. Ne bileyim mesela “nos grandes dias do verao” deyince Porto’da gecen ama bana nedense cocuklugumda Izmir’de gecirdigim uzun yaz gunlerini hatirlatan, nehir kenarindan once Foz’a oradan da belki Matosinhos’a kadar yurunen yaz gunlerini hatirlarim. “E ao teu encontro vem a grande ponte sobre o rio” deyince hemen yanibasinda, gunesli bir gunun aksamuzerinde dostlarla oturup neseyle bir-iki bira ictigimiz su kopruyu hatirlarim:

_DSC0348
E ao teu encontro vem a grande ponte sobre o rio

Neyse, dedigim gibi, siir herkese farkli anlam ifade edebilir. Ben ayni nehrin sularina baktigimda ne kadar derin dusuncelere dalsam da bu satirlari yazamazdim herhalde. Atlantik Okyanusu’na bakarken durum daha iyiydi, sanki biraz daha uzun baksaydim bir-iki misra cikacak gibi oluyordu. Neyse, zaten bu yuzden herkes sair olamiyor ya!  Son olarak, eger Selin ve benim performansimizi merak ediyorsaniz: uzgunum, elimde bir video yok. Yani dostumuz Hale’nin cektigi bir video var ama o da Turkiye’deki bilgisayarda. Ancak performansimizin Camane’nin performansina yakin oldugumuzu  soyleyebilirim 😛

Ya, o degil de, ben Porto’yu cok ozlemisim.

Memurlara Verilen Zam Gerçekte Ne Kadar?

Geçtiğimiz günlerde memurlara 2016 ve 2017 yıllarında verilecek zam oranları açıklandı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in açıklaması sırasında sarfettiği bir cümle beni bu yazıyı yazmaya itti.

Öncelikle, memurlara 2016 yılı için yüzde 6+5, 2017 yılı içinse yüzde 3+4 zam yapıldığını belirtelim. Buna göre memurlar 2016’nın ilk altı ayında yüzde altı, ikinci altı ayında da yüzde beş zam alacak. Beni bu yazıyı yazmaya itense Bakan Bey’in bu oranları açıklarken 2016 yılı zam oranının “kümülatif olarak yüzde 11,3 olacağını” söylemesi. Ben bu ifadeye televizyonda denk geldim ancak aynı ifade milliyet.com.tr’de de yer alıyor, şuradan ulaşabilirsiniz.

Bu açıklamayla ilgili şöyle bir sorun var, Faruk Çelik böyle yüzde 11,3 vurgusu yaparak aslında zammın sanıldığının aksine yüzde 11’den de fazla olduğunu vurguluyor. Bu ise en basitinden bir yanlış bilgilendirme. Bakan’ın söylediği şu açıdan doğru: Aralık 2015’te 100 TL maaş alan bir memur Temmuz 2016’da 111,3TL maaş alacak, ve böylece maaşında Aralık ayına göre yüzde 11,3’lük bir artış olacaktır. Ancak bakanın açıklamasında sanki bu 11,3 rakamı memurların 2016’da alacağı toplam zam oranıymış gibi yansıtıldığı için canım sıkıldı.

Bence yetkililer bu açıklamayı dört işlem bilmeyen, ya da daha doğrusu matematik düşünmeye üşenen, matematik düşünmekten sakınan toplulukların olduğu gibi kabul edeceğini bildiği için bu şekilde yapıyorlar. Yoksa kendilerinin bu önermenin doğru olmadığını bilmeleri gerekir diye düşünüyorum.

Memurların 2016’da alacağı gerçek zam da aslında şu şekilde: 2015 Aralık’ta 100TL alan bir memur 2016’nın ilk altı ayında toplam 636TL maaş alacak. Aynı yılın ikinci yarısında ise 667,8TL maaş alacak. Böylece bu kişinin eline 2016 yılı boyunca eline 1303,8TL para geçecek. Bu miktar onikiye bölünerek bu kişinin 2016 yılı aylık ortalama maaşının 108,65TL olduğu görülebilir. Bu da aslında memurlara verilen gerçek zam miktarının yüzde 8,65 olduğu demek.

İşte biz bilimsel eğitim, temel bilimler ve en başta matematik eğitiminin bir toplumun ilerlemesi için ne kadar önemli olduğunu boşuna söylemiyoruz. Doğru düzgün hesap yapabilen, düşünen, sorgulayan bir birey için bu hesabı yapmak hiç de zor değil. Ancak tam da aksine toplumda matematikten anlamamak övünülerek söylenen bir şey olduğu ve sürece yöneticler rahat rahat böyle kelime oyunlu açıklamalar yapmaya ve insanları yanlış bilgilendirmeye devam edecektir. Bakanın bu açıklamasını duyup da “Bir dakika ya…” deyip bu işte bir yanlışlık olduğu hissine kapılacak kadar bir matematik içgüdüsüne erişmenin çok da zor olmadığını düşünüyorum.

Hatalıysam bildirin.

Tayvan’a Veda

Bugun bir baska sehre ve ulkeye daha veda ediyorum. Gidelim mi gitmeyelim mi derken gozumuzu karartip buralara geldik ve burada bir yil gecirdik bile. Gelmeden once buraya bu kadar alisip boyle bir bag kuracagimi tahmin etmemistim. Portekiz’den ayrilirkenki kadar olmasa da buradan ayrilacagima biraz uzuluyorum.

Buraya gelmeden once oldukca heyecanliydik. Selin’le bilgisayar basinda surekli Tayvan ve Tainan hakkinda arastirma yapip gezilecek yerlere bakiyorduk. Diger taraftan kucuk de olsa kafamizda bir “acaba” vardi. Ama bu kucuk endiselerimiz yersiz cikti. Selin bu konuda farkli dusunuyor olabilir. Eger iseterse kendisi konuk yazar olarak fikirlerini dile getirebilir.

Burada ne yazik ki biraz izole bir yil gecirdik. Bunda en onemli etken bence dil bariyeriydi. Selin de ben de Cince ogrenmeyi cok istedik. Ancak ilk geldigimizde kayitlar icin gec kalmistik, sonrasinda da kurs ucretlerinin asiri pahali olmasi nedeniyle bu istegimizi gerceklestiremedik. Aryica ben her ne kadar istekli olsam da yeni bir dil ogrenecek sabir ve motivasyonu bulamiyordum. Selin’le konusurken zaten hep gidecegimiz sonraki ulkenin Ingilizce konusulan bir ulke olmasinda hem fikir oluyorduk (bunda ne kadar basarili oldugumuz da bir sonraki duragimizin Kuveyt olmasindan anlasiliyor). Yine de sayica az olsa da cok guzel arkadaslar edindik. “Bak, olumu op, mutlaka Turkiye’ye de bekliyoruz!” diye ayrildik hepsinden.

Nedense icimde buralara, bu topraklara ve insanlarina dair bir his vardi hep. Artik izledigim animelerden ve filmlerden dolayi midir bilmiyorum ama buralara hep ilgi duymustum icten ice. Bu ilgi daha cok Japonya’ya yonelikti ancak Cin, Tayvan, ve Kore’yi de merak ettim hep. Burada daha uzun, en azindan 2-3 yil daha kalip, dillerini biraz da olsa ogrenip bu insanlari, aliskanliklarini, geleneklerini, dini inanclarini daha yakindan tanimak isterdim. Veya daha da guzeli Japonya’da bir kac yil gecirmek olurdu bir yere cakilip kalmadan once. Dogacak kizimizin ikinci bir adi da Chihiro ya da Satsuki olurdu ne guzel. Ne dersin Selo, Taipei’deki, Japonya’daki ya da Guney Kore’deki pozisyonlara basvursa miydik?

Ayni anda 5-6 hayatin, 5-6 ulkenin hayalini kuruyorum, 5-6 hayati birden yasamak istiyorum. Bir omrumu Tayvan’da, birini Japonya’da, Amerika’da, ve Brezilya’da; birini de elbette Portekiz’de. Butun bunlar ihtimal dahilindeyken bir secim yapip digerlerinden vazgecmek zor oluyor. Demek istedigim; hic Turkiye’den ayrilmasaydim, baska ulkelerin, baska hayatlarin mumkun oldugunu, hic de imkansiz olmadigini ogrenmeseydim belki eldekiyle yetinmek daha kolay olurdu sanirim. Bir de surecin sonunda ibre Kuveyt’i gosterince ortaya bir “hayaller Paris gercekler Eminonu” durumu cikiyor (yer yer verdigim mesajlardan Kuveyt konusunda biraz isteksiz oldugumu anlamissinizdir sanirim).

Tayvan’da bir yil gecti bile. 2014 yazina donup baktigimda buradaki ilk haftalarimizda yaptiklarimizi cok iyi hatirliyorum, hepsi daha dun gibi. Burada bir yilin ne cabuk gectigini dusununce hayat daha da kisa gorunuyor. 4-5 yil Portekiz’de, 1 yil Tayvan’da, kim bilir kac yil da Kuveyt’te gecirdikten sonra acaba kalici bir yerimiz olacak mi bilmiyorum. Omrunu surekli hareket halinde, oradan oraya seyahat edip geciren belki de yirminci yuzyilin en onemli matematikcisi Paul Erdos’e ozenmekle hata mi ettim acaba.

Kalbimin cok buyuk bir kismini ayrilirken Portekiz’de birakmistim. Onemli bir parcasini da burada birakiyorum. Bu guzel ulkeyi ve guzel insanlarini unutmayacagim. Neyse, olayi daha fazla dramatiklestirmeyelim.

So long and thanks for all the fish!

Tayvan’da Saglik Sistemi: Dis Tedavisi Durum Calismasi

Gecen Nisan ayinda Turkiye’den Tayvan’a donerken, Istanbul Ataturk Havalimani’nda pasaport kontrolunde polis memuru Tayvan’daki oturma iznimi gorunce sasirdi. Daha once hic Tayvan’la karsilasmadigini soyledi ve orada biraz sohbet ettik ayakustu. Cok da konusmaya uygun bir ortam yoktu haliyle sirada bekleyen insanlar oldugu icin. Ne is yaptigimi sordu, daha sonra da Tayvan’in Turkiye’den daha iyi sartlar sunup sunmadigini sordu. Ben de artik kisaca cevapladim sorularini. Pasaport kontrolunde bu tarz yapici konusmalara her zaman acigim. Ancak bir polis memuru sirf isguzarlik olsun diye “Askerligini yaptin mi sen bakiyim” gibi sorular sorunca biraz eksitiyorum yuzumu.

“Sartlar Turkiye’den daha mi iyi” sorusuna verilecek bir cevap dusundum sonralari. Yanlis hatirlamiyorsam o gun oradaki polis arkadasa kisaca “Evet sartlar iyi, ama biz ayrica macera olsun diye de gittik” gibi bir seyler gevelemistim. Zaten universitede calisip da zengin olunamayacagini sanirim herkes biliyordur artik. Dolayisiyla sartlar ne kadar iyi olabilir ki? Postdoc maaslari zaten doktora burslarindan hallice. Yani salt alinan maaslara bakarak bir karsilastirma yapmak mumkun olsa da cok dogru bir karsilastirma olmadigini dusunuyorum.

Yani biz Portekiz’de hayatin ne kadar ucuz oldugunu millete anlatmaya calisirken “Ya, ama, iste direk Euro’yu Turk Lirasi’na cevirip bir sonuca varmamak lazim” demekten dilimizde tuy bitmisti. Simdi, Tayvan’da durum biraz farkli. Burada oyle durumlar var ki (ozellikle saglik hizmetlerinde) direk TL’ye cevirip bile aradaki farki gormek mumkun.

Bu farklara ornek olarak Tayvan’daki saglik sistemi ve ulusal saglik sigortasinin nasil isledigini bir ornek uzerinden anlatmaya karar verdim. Gectigimiz gunlerde uzerinize afiyet dis agrisi cekmeye basladim. Zaten dislerimle aram hic iyi olmadi, o kadar fircalamaya, dis ipine, bakima ragmen beni hep yariyolda birakiyorlar. TOKI’nin verdigi evlerde oturup, AKP’nin verdigi sosyal yardimlari alip gidip HDP’ye oy verenler gibi nankorluk yapiyorlar (!) Oysa cevremdeki insanlarda oyle disler var ki, o kadar bakimsizliga, ilgisizlige ragmen bir gun bile agriyip sizlamiyorlar.

Neyse, politik mesaj vermeyi keselim. Aslinda dis agrisi da degil, hassasiyet olustu dislerimden birinde. Oyle ki hissedilen sicakligin 40 derece dolaylarindan inmedigi su gunlerde soguk su icemez olmustum. Normalde Izmir’e gidince yaptirmayi dusundugum tedaviyi burada yaptirmaya karar verdim. Hem Ulusal Saglik Sigortasi kartimi da gitmeden bir kez olsun kullanmis olurdum.

Selin’in dogum oncesi saglik hizmetleri icin National Cheng Kung Universitesi Hastanesi’ni tercih etmistik ve gayet memnun kalmistik. Bu dis mevzusu icin de ayni hastanenin dis klinigine gitmeye karar verdim ve atladim bisiklete hastanenin yolunu tuttum. Kayit yaptirip ikinci kata ciktim. Klinige girdigimde iceriden her turlu agiz ici is makinesi sesi geliyordu ve boylece dogru yerde oldugumdan emin oldum. Orada da kayit yaptirip 5-6 dakika bekledikten sonra iceri alindim. Sikayetimi anlattim ve film cektiler. Durum vahimdi, kanal tedavisi gerekiyordu.

Ancak ben Haziran sonunda ulkeden ayrilacagimi soyleyince kanal tedavisini uc haftada bitiremeyeceklerini soylediler. Ya baska bir dis hekimine gitmemi ya da Turkiye’ye donunce yaptirmami tavsiye ettiler. Bana da durumu idare edecek gecici bir tedavi yaptilar. Agrinin devam edebilecegini soyleyip bir de agri kesici verip yolladilar. Butun bu islem icin de ilaclar da dahil olmak uzere yaklasik olarak 17.5TL odedim.

Bu tedavinin ustunden bir hafta gectikten sonra ayni sikayetler tekrar bas gosterince “bu boyle olmayacak” deyip baska bir dis hastanesine gidip su tedaviyi yaptirip kurtulayim dedim. Gectigimiz Cuma gunu hemen yakinimizdaki, janjanli gorunen, icinde surekli hastalar olmasindan oturu de tercih edilen bir yer oldugunu dusundugum ozel bir dis hastenesine gittim cat kapi. Ertesi gune randevu verdiler. Detaylari geceyim, oradaki dis hekimi de kanal tedavisinin uzun surdugunu ve ayrica iki hafta boyunca randevularinin dolu oldugunu soyledi. Yani tedaviyi bitirecek zaman yoktu. Kendisi de universitedekilerle ayni islemleri uyguladi ve tedaviyi Turkiye’de yaptirmami soyledi. Ancak bu sefer sanki biraz daha fazla ugrasti. Buradaki dis hekimi agri kesiciye ek olarak iltihap ve sismeye karsi bir antibiyotik de yazdi ve eger ilaclara ragmen sislik gecmezse geri gelmemi soyledi.

Bu dis hastanesine tedavi icin gittigimde ilk olarak yaklasik 8-9TL para aldilar. Herhalde kayit ucretidir ve uygulanan tedaviye gore cikista ucreti alacaklardir diye dusundum. Cikista recetemi verdikleri zaman ne kadar ucret odeyecegimi sordum. Herhangi bir ucret odemeyecegimi soylediler. Emin olmak icin tekrar sordum, gorevliler bana biraz salak muamelesi yapmaya baslayinca daha fazla sormadim. Ilaclari alirken eczanede de para vermeyecegimi soyleyip yolladilar.

Sonra yol ustundeki bir eczaneye girip recetemi ve saglik sigortasi kartimi verdim. Eczaci gercekten de hicbir ucret almadi. “Nasil yani? Hic mi para vermiyoruz? Recete ucreti falan da mi yok? Yahu siz de hic isi bilmiyorsunuz, hastaneleri ucretsiz yaptik deyip eczanede recete parasi diye gecirirsiniz, adina da Yeni Tayvan dersiniz n’olcak.” dedim. Ancak eczaci dediklerimden bir sey anlamadi. Bunlar da hic Turkce bilmiyorlar canim, olacak is degil! “Neyse hadi xie xie!” deyip ciktim.

Bu arada universite ve ozel klinik arasindaki ucret farki da sanirim sundan kaynaklaniyor. Bana da Ke anlatmisti, millet her turlu hastalik icin universite hastanesini tercih ettigi icin burada bir yigilma oluyormus. Bunu onlemek ve halki diger hastanelere yonlendirmek icin universite hastanesinin fiyatlarini biraz yuksek tutuyorlarmis.

Uzun lafin kisasi, sanirim en onemlisi tum bu dis tedavisi seruveni boyunca ne universite hastanesine ne de ozel klinige giderken “acaba kac para tutacak” diye merak ettim. Cunku saglik sigortam oldugunu ve burada adam gibi saglik hizmeti verildigini biliyordum. Sanirim pasaport kontrolundeki polis memuruna en cok bunu, yani bu guven duygusunu anlatabilmeyi isterdim. Buradaki saglik sigortasinin bize gore tek olumsuz tarafi Selin’in benim sigortamdan yararlanmasi icin Tayvan’da en az alti ay yasamasi gerektigiydi. Onun disinda bir yanlisini gormedim.

Bu arada The Telegraph‘ta cikan bir habere gore, yabanci ulkelerde calisan insanlar arasinda HSBC tarafindan 100 ulkeden 9000’den fazla kisiyle yapilan bir ankete gore saglik hizmetlerinin kalitesi ve erisilebilirligi acisindan Tayvan acik ara onde cikmis. Tayvan’daki her 10 gurbetciden 7 tanesi, Tayvan’a geldiklerinden beri saglik hizmetlerine daha az para odediklerini soylemis. Ankete katilan butun katilimcalar arasinda bu oran 3/10. Ayrica 2/3’si Tayvan’da kendi ulkelerine gore daha iyi bir saglik hizmeti aldiklarini soylemis. Butun katilimcilar arasinda bu oran 4/10’dan da az. Haberin baglantisina tiklayip degisik ulkelerin (Turkiye de dahil) tablodaki yerini gorebilirsiniz. Ancak Kuveyt’in tablodaki yeri biraz canimi sikti 🙂

Hoscakalin.

Anping’te Bir Gun

Tainan’in bati bolgesini olusturan kismi gezip gorulecek bir suru yerle dolu. Daha once de bahsettigim Sehir Tanrisi Tapinagi, Konfucyus Tapinagi, bir sonraki yazida bahsetmeyi planladigim Koxinga Tapinagi ve 5 Cariyeler Tapinagi da sehrin bu kisminda bulunuyor mesela. Anping dedigimiz kisim da bu bati bolgesinin de bati kismi oluyor. Hollanda Dogu Hindistan Sirketi merkezini buraya tasidigi zaman, Zeelandia Kalesi’ni buraya insa edip, bugun Anping diye anilan bolgeye yerlesmis 17. yuzyilda. Tainan’in herhalde en gezilesi yeri desem yanlis olmaz. Hatta buradaki dostumuz Torsion bizi ilk defa gezmeye cikardiginda da buraya getirmisti.

Bu arada Cin tarihi Cin-Hollanda, Cin-Portekiz, Cin-Ingiltere savaslariyla dolu. Bunlarin da hepsinin ilginc hikayeleri var. Tabi arada Hollanda-Portekiz savasi falan da var, hep Cin’le degil kendi aralarinda da savasmislar. Savaslarin cikis sebepleri de dogal olarak bu ulkelerin ticari cikarlari. Mesela Hollanda-Cin savasinin cikis sebebi, Hollandalilarin Cinlileri limanlarini Hollandali tuccarlara acmak icin baski yapmalari ve Portekizlileri (yani rakiplerini) Macau’dan cikarmalarini istemeleriymis. Cinliler kabul etmeyince de savas yapiyorlar ve Cin ustun geliyor. Sonunda Hollanda Cin tarafindan merkezini Tayvan yakinindaki kucuk bir ada takimi olan Penghu’dan alip yukarida bahsettigim Anping’e tasimaya zorlaniyor (Bunun mantigini anlayamadim yalniz). Neyse, konudan sapmayalim. Gezi sirasina gore gordugumuz mekanlari tanitayim direk.

Tainan Buyuk Matsu Tapinagi

Ilk durak olarak buradan basladik. Tanrica Matsu denizcileri ve balikcilari koruyan deniz tanricasi. Tayvan da ada oldugu icin haliyle oldukca onemli bir tanrica Tayvan’da. Burasi da Matsu’ya adanmis bir tapinak. Ayrica bir cok tapinakta oldugu gibi tapinagin ana tanrisi/tanricasi disinda yan hollerde daha kucuk tanrilar da oluyor. Buranin bir yan odasinda da egitimden sorumlu simdi adini hatirlayamadigim bir tanriya adanmis bir kisim daha var. Derslerini gecmek isteyen ogrenciler buraya gelip, uzerinde ogrenci numaralari, adlari soyadlari ve resimleri olan, yani kendilerini tam olarak tanitici birer belge, ogrenci belgesi fotokopilerini falan birakip derslerinde basarili olmak icin dua ediyorlar.

Guncel olaylari da takip eden bir blog yazari olarak, Diyanet Isleri Baskanligi tartismalari surerken ilgic bir not duseyim suraya. Ogrendigim kadariyla Tayvan’da tapinaklari halk finanse ediyor. Ya da halk demek yerine cemaat finanse ediyor demek daha dogru sanirim. Yani kisacasi devletten herhangi bir odenek almiyorlar. Hatta bu bahsettigim Matsu tapinaginin onunde buyuk kolonlar var, su sekilde:

_DSC5973

Bu kolonlarin ayaklarindaki sari kisimlarda da insaat sirasinda belli bir miktarin uzerinde bagis yapan kisilerin isimleri yazilmis mesela. Neyse, tapinagin adandigi tanrica Matsu’ya donecek olursak. Dogdugunda aglamadigi icin kendisine “Sessiz Kiz” adi verilmis. Kendisinin Turkce wiki sayfasi Ingilizce versiyonu kadar iyi gorunuyor, buradan kendisi hakkinda daha fazla okuyabilirsiniz. Tapinagin disaridan gorunusu de su sekilde:

_DSC5961

Bana anlatilana gore tapinaklarin catilari Tayvan’da genelde boyle “suslu” oluyormus, anakaradaki yani Cin’deki tapinaklarin catilari biraz daha sade oluyormus. Ayrica Cin mitolojisinde ejderhalar iyi varliklarmis (aralarinda kotuleri de var birkac tane diye de uyarildim yalniz. Aklinizda bulunsun, sonra kotu bir ejderhayla karsilasip bana sikayete gelmeyin).

Bu tapinak ilk once bir saray olarak insa edilmis. Bizim sehrin kurtaricisi, daha once de baska yazilarda adi gecen (umarim gecmistir yani) Cheng Kung vefat edince yerine gecen oglu Zheng Jing tarafindan insa ettirilmis. Zheng Jing sarayi kendisi icin degil de anakaradan davet ettigi Ming hanedani prenslerinden Zhu Shugui’nin kullanmasi icin yaptirmis. Neyse, simdi bu hanedanlara, savaslara falan da girmeyelim cunku bir yerden sonra ipin ucu kaciyor. Su kadarini soyleyip birakayim: Qing hanedani Tayvan’i ele gecirdiginde prens Zhu Shugui intihar etmis. Prensin olumu uzerine, umit ediyorum ki bir sonraki yazida bahsedecegim bes cariyesi de bu binanin ana salonundaki ahsap kirislerden birine kendilerini asarak intihar etmisler. Daha sonra yanlis hatirlamiyorsam Tayvan’i ele geciren Qing komutani burayi sarayi olarak kullaniyor. Daha sonra da Matsu’ya adanan bir tapinaga donusturuluyor.

Tapinak Tayvan’da Matsu’ya adanan ilk tapinak olmasi acisindan onemliymis. 18. yuzyilda su anki gorunumunu almis, arada tabi buyuk restorasyonlar gecirmis ve ozellikle Tayvan’in Japon yonetiminde oldugu senelerde bakimsizliktan neredeyse yikilacak duruma gelmis. Bu sirada da acik artirmayla yabanci yatirimcilara satilmak uzereyken son anda kurtarilmis. 1985 yilindan beri birinci sinif tarihi eser konumunda.

Anping Agac Evi

Tayvan’daki dort limanin yabanci tuccarlara acilmasindan sonra, yabanci tuccarlar bu limanlardan biri olan Anping’te ofisler acmaya baslamislar. Bu ofislerden gunumuze iki tanesi kalabilmis. Bunlardan bir tanesi 1867’de faaliyete gecen Tait & Company sirketinin binasi. Bu yabanci sirketler onceleri ticaretten buyuk paralar kazansalar da, Japon yonetimi sirasinda once gelirleri onemli derecede azalmis ve daha sonra yabanci sirketlerin faaliyetlerine tamamen son verilmis.

Yabanci sirketler adadan ayrildiktan sonra bu bina Tainan tuz sirketi tarafindan kullanilmis. Daha sonralari tuzun onemini yitirmesinden sonra da bina, 1979 yilinda muze haline getirilmis. Ancak bu siralarda, arada gecen zamanda binanin onemini yitirmesiyle birlikte bakimsizlik soz konusu olmus. Binanin arkasinda bulunan ve depo olarak kullanilan bina da bu bakimsizliktan oturu banyan agaclari tarafindan resmen ele gecirilmis: Catisi tamamen gocmus, duvarlari sarip sarmalanmis.

Yani burada bir sarmasigin bir binanin bir duvarini falan sarmasindan bahsetmiyorum. Ortada oldukca buyuk bir depo var, yuru yuru bitmiyor. Tavanlari da oldukca yuksek. Ancak bu koca binayi resmen sarip sarmalamislar, pencerelerden dalmislar catilari yarip cikmislar falan. Bina oyle bir hal almis ki hangi agac nerede baslayip nerede bitiyor anlamak mumkun degil. Iceri girince zaten ortam oldukca urpertici gorunuyor. Bir de binanin bu hali turistlerin ziyaretine uygun olmasi icin biraz agactan arindirilmis hali. Onceden nasildi kim bilir. Icinde guzel yuruyus yollari ve merdivenler var, rahatca gezilebiliyor yani. Asagidaki fotograflardan biri binanin uzaktan nasil gorundugunu gosteriyor. Ortada bina var mi yok mu belli olmuyor neredeyse.

Anping’in Ilk Sokagi

Buradan sonra da Anping’in en eski sokagina daldik. Burasi, yani bu sokak Hollandalilarin yaklasik 300 yil once burada ilk insa ettikleri sokak. Bu sokakta bugun bir suru dukkan var, yeme-icmeci, hediyelikciler, ve deli deli seyler satan dukkanlarla dolu dar bir sokak. Kimil kimil insan kayniyor. Bolgede, yani bu sokak etrafinda o zamanlardan kalan pek bina olmasa da sokak yapilari bazi yerlerde ayni duruyor – daracik, kivrila kivrila giden sokaklar. Bazen ansizin bir cikmaz sokakta sonlaniyor, bazen bir binanin bahcesinden devam edip geciyor falan. Selo’nun resmini cekmisim bu arada bu en eski sokakta:

_DSC6015

Dedigim gibi, bu civarlarda bir suru dukkan var. Ayrica bol bol istiridye ve istiridye yemekleri de bulmak mumkun. Iste yurdumun sokak kenarinda istridye temizleyen cefakar kadinlari:

_DSC6023

Bahsettigim dar sokaklardan birisi ve Selo’nun “Cekmesene kardesiiiim!” bakisi:

_DSC6020

Anping’te “Kilicli Aslanlar” oldukca meshur. Bunun hikayesi de soyle. Eskiden savascilar evlerine geldiklerinde uzerinde aslan figuru olan kalkanlarini duvarlarina, kiliclarini da kalkanlarinin uzerine asarlarmis. Boylece de ortaya agzinda kilic tutan bir aslan goruntusu ortaya cikiyormus. Aslan zaten bu topraklarda koruyucu bir figur (Bu arada Tayvan’da normalde aslan olmamasi da ilginc bir ayrinti). Her tapinakta bir disi bir erkek en az iki aslan figuru oluyor. Insanlar da zamanla bu kilicli-aslan figurunun evlerini koruyacagina inanarak bu figuru evlerinde kullanmaya baslamislar. Sunun gibi:

_DSC6019

Bu figulere bu dar sokaklardaki binalarda rastlamak mumkun. Turkiye’ye donmeden buraya son bir kez daha gidip daha fazla fotograf cekmeyi, son bir kez daha buralarda gezinmeyi planliyorum. Buradan da Chihkan Kulesi’ne gittik, ama once Anping civarlarindan uc fotograf daha koyayim:

Chihkan Kulesi

Tayvan’daki varliklarini guclendirmek isteyen Hollandalilar, 1653 yilinda Anping’in birkac kilometre dogusuna Provintia Kalesi’ni insa etmisler. Kale daha sonra Cheng Kung (ya da Koxinga) tarafindan teslim alinmis, 19. yuzyilda da bir deprem sonucu yikilmis. Daha sonra da Chihkan Kulesi adiyla yeniden insa edilmis.

_DSC6030

Birkac blok ve holden olusuyor. Bu hollerden biri de yanlis hatirlamiyorsam edebiyat tanrisina adanmisti. Binanin bahcesinde Cheng Kung’un kaleyi teslim alisini temsil eden bir heykel de var:

_DSC6028

Bu asagidaki agirliklar da zamaninda tuccarlarin mallarini tartmak icin kullaniliyormus:

_DSC6049

Bu seferlik de bu kadar. Baska bir yazida gorusmek uzere hoscakalin!