Sevgiliyle Yıldız Savaşları İzlemek*

* 5 Mart 2011’de canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlandi.

Geçtiğimiz Eylül ayında cnbc-e Yıldız Savaşları serisini yayınladı. Her hafta bir film olacak şekilde. İlk filmi izleme şansım olmuştu, A New Hope. Güzel bir Eylül akşamıydı, Selin’le birlikteydik. Selin’in Yıldız Savaşları’nı ne kadar çok sevdiğini(!) bildiğim için çaktırmadan cnbc-e’yi açtım. Stormtrooper‘lı birkaç sahneden bir süre sonra ekranda Darth Vader belirdi ve aramızda (üç aşağı beş yukarı) şöyle bir diyalog geçti:

 

         – Bu Darth Vader kötü mü?

         – Evet, ama eskiden iyiydi. Gücün karanlık tarafına geçti daha sonra…

         – Hee biliyom eskiden iyi olduğunu, beyaz giyiyordu eskiden.

         – 🙂

 

SPOILER

 

How I Met Your Mother’ın 06×16 bölümünde, bir sevgililer günü geleneği olarak Marshall ve Lily’nin Predator izlediğinden bahsediliyor (tesadüfün bu kadarı! Bu filmin bizim de ilişkimizde ilginç bir yeri var). Bir flashback ile ikilinin bu filmi ilk seyredişine tanık oluyoruz. Çiftin planı aslında Sleepless in Seattle izlemektir. Ancak Marshall’ın kardeşi bu filmin üzerine Predator’u kaydetmiştir. O sırada aralarında şöyle bir konuşma geçer:

 

        Marshall : Bu filmi sinemada beş kez falan izledim, ama hiç doğru kızla izleme şansım olmamıştı.

        Lily : O kızların hiçbirinin senin için doğru kız olmadığına sevindim.

        Marshall : Hangi kızların?

 

SPOILER

 

Bu satırları yazarken aklıma bu konuşma geldi. Ben de Yıldız Savaşları serisini defalarca izledim. Şimdi ben de daha önce hiç doğru kızla izlemedim desem, ve Selin de buna Lily’ninkine benzer bir yorumda bulunsa, benim de cevabım “hangi kızların?” olurdu. Nitekim ben de, eğer yalnız izlemediysem, Yıldız Savaşları’nı sadece Kartal’la birlikte izledim 🙂

 

Her neyse, aslında aşağıdaki resimlere bakınca hak vermedim değil. İlk defa izleyen birisinin karıştırması olası 🙂

 


Darth Vader
Stormtrooper

Geç Kalan Bir Cranberries Yazısı*

23 Temmuz 2010

* 3 Mart 2011’de canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlandi.

close your eyes

close your eyes

breathe the air out there…

Bu sozlerle basladi 23 Temmuz 2010 The Cranberries Cesme konseri. Bence geçen yaza damga vuran en büyük olaylardan biri 23 Temmuz 2010 Cranberries Alaçatı konseriydi. Bir digeri de sanirim referandumdu. Sicak yaz aksamlarinda televizyonda az tartisma programi izlemedik. Hatta konsere gitmeden once de evde yine bir tartisma programi seyrediyorduk. Tabi bir de Selin’in elveda meyhaneci performansi vardi. Ayni geceye ne cok olay sigmis yahu.

Konser bence çok başarılıydı. Iceri sakince girdik, konser de zamaninda basladi, donusteki trafik disinda her sey o gece guzeldi. Mekan konser icin inanılmaz elverişliydi: bir yanda deniz, tepede ay, Alaçati rüzgarı, Dolores’in sesi hepsi birleşince ruya gibi bir atmosfer oldu. Hayatimda ilk defa sandaletime dolan kumlar rahatsiz etmedi. Biralar acayip pahalıydı ama olsundu, biz zaten evden konsere hazır olarak çıkmıştık. Dikkatimi çeken en önemli özellik konsere cocuklarini da alip gelen ciftlerdi. Yani Cranberries hayrani 2 nesli bir arada gormekten bahsediyorum. 90’lı yıllarda tanışıp-evlenen Cranberries hayranı çiftleri orda görmek guzel ve degisik bir duyguydu. Darisi basimiza 🙂

Yukarıda da belirttiğim gibi konser Analyse ile başladı, sonra Animal Instinct ile devam etti. Hatırlardığım kadarıyla Linger, Free to Decide, Dreaming My Dreams ve When You’re Gone çaldılar (tabi fazlası da var ama hatırladıklarım bunlar). Dolores’in sahnesi çok iyiydi, dansı, hareketleri çok güzeldi 🙂 Animal Instinct’i anons etmeden önce ettiği muhabbet, arada seyircilere iki laf atmasi cok samimi ve güzeldi.

The Cranberries’le -sanırım- 95 yılında falan, mtv’nin mtv olduğu zamanlarda, Zombie klibini görerek tanışıtım. Hem şarkıya, hem Dolores’e hem de sesine vurulmuştuk. Ancak o zamanlar cdler pahalı, ve internetin adı bile yokken, tvden radyolardan dinleyerek idare etmiştik. Zaten yabancı müzik benim için bir babamın arşivinden, bir de trt ve sky tv’deki (Filiz ablanin sundugu) muzik programlarindan ibaretti o zamanlar. (Babamın arşivinin hiç de yabana atılır cinsten olmadığını söylemek lazım. Beni AC/DC ve Led Zeppelin ile tanıştıran babamdır.) Sonra derken birgün internet geldi, korsan cdciler geldi. Müzik daha bir erişilebilir oldu. 3Kb/s ile mp3 indirmeye, buldugumuz her 800*600’luk resmi duvar kagidi yapmaya basladik. O zamanlar youtube falan da yoktu tabi ve bir mp3, bir video klip, kici kirik bir resim inanılmaz degerliydi. Internete erismem ile gelisen yabanci muzik kulturumun bir parcasi olmaya devam etti Cranberries. Mirc’te Cranberries sarkilarini nick olarak secen insanlar gorulmeye baslandi (ben nicklerimi genelde filmlerden secerdim). Yeni yeni Ingilizce ogrenmeye baslayan bendeniz icin o zamanlar Ingiliz aksani, Amerikan aksani, Iskoc aksani degil de James Hetfield aksani, Dave Mustaine aksani, Dolores aksani falan vardi ve Dolores aksani kesinlikle en anlasilaniydi. Hazirlikta sarki sozleri cikartmaya Cranberries ile baslamistim. Hazirlik demisken, birgun hic unutmam, senlik zamani dj’e elimdeki cranberries cdsini vermistim de, iktisat kampusunde Linger’i dinlemistik guzel guzel. Hatta yine hazirliktayken aldigim, hicbir cebe sigmayan, kocaman, ve sallanip da sarki atlamasin diye otobuste falan dinlerken icinde sulu yemek bulunan sefer tasi gibi dengede tutmaya calistigim discmanime ilk Cranberries cdsi koymustum. Championship Manager’da ben Barcelona abim de Parma ile cilgin atarken bir yandan da Bury the Hatchet albumu calardi falan… Hayatimin son on kusur yilina bu gibi sekillerde dahil olan Dolores ve saz arkadaşlarını, canli canli, her hareketlerini izleyerek ve sevgilime sarilarak dinlemek çok keyifliydi. Umarim herkes sevdigi bir grubu en az benim bu konserden aldigim kadar zevk alarak dinler.

23 Temmuz 2010 gecesi Cesme cok guzeldi, hava cok guzedi, Selin cok guzeldi ve vakit nasil gecti anlamadim. Konserden geriye fiziksel olarak birsuru fotograf, birkac video, Yuzuklerin Efendisi kitabinin arasina koydugum konser biletleri ve Burn’un dagittigi gozlukler kaldi. Ancak anilarda kalanlar cok daha yogun ve guzel. Cranberries’in Analyse adli parcasini zaten cok severdim, simdi bu sarkiyi her dinledigimde aklima gelecek guzel bir Temmuz gecesi ve gozumun onune gelecek birkaç görüntü de var artik.

Büyük Altay!*

Daha Büyük Haritayı Görüntüle

 * 23 Mayis 2010’da canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlandi.

İzmir’de güneşli, sıcak bir öğleden sonra vakti, Mayıs ya da Ağustos ayı, dolayısıyla sezonun son ya da ilk maçları oynanıyor. Güneş, Alsancak Stadı’nın kapalı tribününün üzerinden devriliyor yavaş yavaş, son ışıklarını açık tribündekilerin üzerine düşürerek. Tribünler tıklım tıklım olmasa da boş denemez. Etrafta bıçkın delikanlılar, güzel İzmir’li kızlar, eşlerini ve küçük çocuklarını da alıp bir Pazar günü aktivitesi olarak maça gelen yorgun, işçi sınıfı mensubu abiler, ayrıca yorumlarıyla bizleri zaman zaman güldüren emekli amcalar.. Kısacası ortam maç izlemeye oldukça müsait. Ellerimizde bozuk paralardan kurtulmak için aldığımız çiğdemler, abimle her zaman toz toprak içindeki koltuklara oturuyoruz…

 Altay ve Alsancak Stadı deyince aklıma yukarıdaki sahne gelir hep. Kışın da maçlara gittim, açık tribünde İzmir ayazında zıbardığımız da oldu, ancak ben o stadı hep güzel bir yaz gününün güzel bir aktivite mekanı olarak hatırlarım. Altay’la tanışmam ortaokul yıllarıma denk geliyor. Abim mi beni çağırdı, yoksa ben mi gitmek istedim hatırlamıyorum. O ilk maçtan sonra yıllarca kimbilir kaç maç seyrettim. Ramazan’ı, Orhan’ı, Tahir’i, Şanver’i izledim ve Sakıp Özberk’le çılgın attığımıza tanıklık ettim. Avrupa kupası maçları bile izledim Intertoto heyecanı ile. Çoğu zaman abimin arkadaşları, başta Hürkan abi ve Serdar abi, bize eşlik etti bu maçlarda, kimi zaman da (Hürriyet’te çalıştığı yıllarda) babam katıldı bize, karşıdan, basın tribününden. Kimi zaman yaşanan bir hezimetten sonra, Sensible‘da Altay’la bir career yapıp takımı coşturmak için kendimizi eve zor attık (o zamanlar CM‘nin adı bile geçmiyordu), kimi zaman da maç çıkışı Alsancak’a, Bornova’ya gittik takılmaya.

 Altay ve Alsancak Stadı deyince benim aklıma sıcak bir yaz günü, tişörtler ve şortlarla, paramız varsa kapalıda, yoksa açıkta, Altay’ı izlemek gelir hep. “Müjde müjde size, Ramazan’dan müjde sizee…” gelir. Murtake’li zirzoplar gelir. Her seferinde korkarak yediğimiz, ne eti olduğunu hiç bilmediğimiz köfte-ekmekler gelir. Devre arası alınan çay-kahveleri dökmeden, elimi yakmadan taa tribünün tepesine nasıl götüreceğimi düşünmem gelir. Uzun süre hayalini kurduğum, ve sonunda birkaç yıl önce gerçekleştirdiğim, abimle ve kız arkadaşlarımızla Alsancak’ta double date yapma olayı gelir. Gerçi gerisi gelmedi, bir maçta kaldı ama olsun. Sadece bir maç olmasının sebebi, sanılanın aksine Selin’in maç boyunca sağa sola bakınıp, sorduğumda skoru bilememesi değil, haftasonları çalışıyor olmasıdır. Ya da ben öyle olduğuna inanıyorum..

Bugün yine Süper Lig’in kapısından döndü Altay. Ama hiç kızmadım, küfür etmedim, “yazıklar olsun size” demedim. İzmir’de olmadığım için değil, orda olsaydım da aynı hissederdim. Maçları izlememiş olsam da, çıktı, oynadı, mücadele etti ve kaybetti bence. Yine sezon boyu maçlara gidemesem de artık, eminim ki Altay elinden geleni yaptı bütün sezon. Altay’a kızmam, Altay’dan utanmam çünkü Altay benim için bir üstünlük taslama aracı, kazanma arzusunun vücut bulmuş hali, başka takım taraftarlarıyla ağız dalaşı yapma vs aracı değil. Çünkü ben Altay’a yukarıdakileri bana yaşattığı için “Büyük Altay” diyorum. Çünkü Alsancak Stadı benim Field of Dreams‘im, Altay benim için hep bir çocukluk anısı, abimin bana hediyesi..

15 Tatillerin En Güzeli!*

* 11 Mart 2010’da canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlandi.

Bunca yıllık öğrenciyim, bu seneki gibi bir 15 tatil yaşamadım (bu 15 tatil lafına da hastayım*). Öğrenci milletinin tatile bakış açısı malum. Gerçi sadece öğrenci milleti de değil, tatili kim sevmez ki. Öğrencilere has olan 15 tatil (bir diğer adıyla Şubat tatili, ya da sömestir tatili) ve yaz tatili 9 Eylül’de çalışmaya başladığımdan beri bana pek bir anlam ifade etmemeye başlamıştı. Şubat demeden, yaz demeden okula (yani işe) giderdim (!) Tam da bu güzel öğrencilik olayı hatıralarda tatlı bir anı olarak yerini aldı demişken bu sene Porto’ya gelmemle eski dostlarım, tatiller tekrar anlamlı hale geldi. Ve geçtiğimiz Ocak sonu – Şubat başında tatil için İzmir’e gittim. Kulağıma çok garip geliyor yahu: tatil için İzmir’e gitmek. Doğduğum, büyüdüğüm şehre artık tatil için gidiyorum evet.

20 buçuk saatlik uykusuz (ama ucuz) yolcuğun sonunda vardığım havaalanında Selin’i görünce bütün yorgunluğumu unuttum, kucaklaştığımız o anda Adnan Menderes Havaalanı Selin’le birlikte çok güzel anlar geçirdiğimiz her yerin toplamından daha güzel bir yer oldu. Selin’le bu ilk ayrı kalışımız değil, ancak her ayrılışımız daha da zorlaşıyor ve bunun bir sonucu olarak her kavuşmamızda da daha fazla bir duygu yoğunluğu oluyor. Annem de tabi her zamanki gibi duygusal, giderken de ağlıyordu, döndüğümde de beni gözyaşlarıyla karşılayarak otoriteleri yanıltmadı. Kendimizi eve atar atmaz tatlı bir yorgunlukla, en sevdiklerimle hasret gidermeye başladım. Tatil boyunca evde sabah kahvaltıyı Müge Anlı eşliğinde yaptım, akşamları annemlerin izlediği dizilere takıldım, 5 çayı yanında hamur işleri, akşam yemeklerinde en sevdiğim yemekler.

Kısa süreli tatiller dışında İzmir’i daha önce terk etmemiş birisi olarak şehrime tatil için gitmek değişik oldu, güzel oldu. Ancak zıbartıcı soğuk, hava kirliliği ile birleşince İzmir’e yazları gitmek daha mantıklı geliyor bana artık. Karşıyaka, Bostanlı sahili, Alsancak, Bornova çarşı, Küçükpark.. hepsini özlemişim.

Bu ziyaret sırasında çok mutlu olduğum bir başka nokta da beni seven insanların varlığını tekrar görmem oldu. 2 haftalık tatil çok yoğun bir programla geçti. Her arkadaşımla keşke daha fazla vakit geçirebilseydim, göremediğim arkadaşlarımı keşke görebilseydim. Hemen hergün birileri çağırdı, telefon etti sağolsun İzmir’de olduğumu bilen. Bostanlı sahilinde çivi gibi soğuk havada liseden arkadaşlarla kadeh tokuşturduk, 9 Eylül’deki arkadaşkarla keyifli vakitler geçirdik, Zafer’le küçük park… kısacası benim için en özel tatil oldu hakket.

10 yıl boyunca bir mensubu olduğum matematik bölümüne de sade vatandaş olarak gitmek garip bir duyguydu.

Malesef zaman su gibi aktı, hergün birlikte olsak da yetmedi, doyamadım sevdiceğime. Birlikte geçirdiğimiz her akşamın ardından onu evine bırakırken, kısacık tatilden bir günün daha eksildiğini bilmek beni kahretti hep. Saatler saniyeler kadar çabuk geçti, ve tatil bitti gitti.

Havaalanında vedalaştığımız o an da, tatilin son günü Pazar gecesi banyo yapıp yatmak gibi geldi.

* Henüz ilkokula giden, benim için ailedeki küçük kardeş eksikliğini gideren Batuhan’la bir tartışma yaşadık bu “15 tatil” üzerine. Kendisine sömestir ödevini yaptırırken, okulların Pazartesi açılacağını ve ödevini bitirmesi gerektiğini söylediğimde, bana bu tatilin adı üstünde 15 tatil olduğunu, ve dolayısıyla Pazartesinin de tatil olduğunu ve okula Salı gideceğini söyledi. Ben de karşı bir atakla kendisinin zaten ilk Cumartesi-Pazarı da sayarsak tatilinin 16 güne çıktığını ve aslında Pazar günü okula gitmesi gerektiğini söylediysem de yemedi, kabul etmedi. Neticede kendisi Pazartesi okula gitti ve ben kazandım** Hazır Batuhan’dan bahsetmişken, kendisine matematik çalıştırmak bana çok zevkli geliyor. Okulda öğretilenin dışına çıkıp onu şaşırtan şeyler sormak, farklı yollardan düşünmeye teşvik etmek, onu yeni şeyler öğrenirken seyretmek çok güzel. Gerçi benim yöntemlerime Selin eğitim bilimlerinden terimler kullanarak karşı çıksa da ben devam ediyorum. Eğitim fakülteleri benden iyi mi bilecek canım!

** Biliyorum bazı şeyler yaşanınca güzel, ama benim için çok güzel bir tartışmaydı, buraya yazıp ölümsüzleştirmek istedim.

Bu filmi gördünüz mü?*

* 7 Ocak 2010’da canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlandi.

Blog boş kalmasın diye az önce aklıma gelen bir filmi sizinle paylaşayım dedim: A Walk To Remember. Tabi öyle aklıma her gelen filmi paylaşmıyorum, bu filmi gerçekten beğenmiştim o yüzden. Belki izlemeyenleriniz vardır. Ben izleyeli uzun zaman oldu, zaten 2002 yapımı. Gençlik-Romantik-Dram tarzında bir film. Hemen “Amaaan” demeyin. Ben de başta öyle demiştim ama imdb’deki yorumlara ve puana güvenip izledim ve pişman olmadım. Filmler hakkında teknik yorumlar yapmam, anlamam zaten. Belki sıradan ya da daha önce işlenmiş bir konu, ama oyuncuların performansı bu filmi ayrı bir yere koyuyor. Türden hoşlanmasanız bile bir bakın derim. Hep fantastik, bilim kurgu vs olmazki. Konusunu falan yazmıyorum nasıl olsa imdb’den okursunuz diye. Zaten stres oluyorum spoiler vermeden konu anlatmaya çabalarken. Herkesin spoiler’ı başka ne de olsa.

Guncelleme*

*7 Kasim 2009’da canhatipoglu.blogspot.com adresinde yayinlandi.

Artık buralı hissetmeye başladım son zamanlarda. Oturma iznimi de aldıktan sonra daha bir rahatladım tabii. Portekizce kursunda da sanırım 1 ay bitti, çat pat birşeyler konuşmaya, cümle kurmaya başlıyorum.. çok değil 2-3 aya portekizce şiir yazmaya başlarım :p nedense dil öğrenmeye karşı vahşi bir isteğim var, dil öğrenirken o dili konuşan insanların ortak özelliklerini de az da olsa tanıma şansın oluyor, güzel birşey yani.. matematikte iyi olmadığım için herhalde dil kursu daha çekici geliyor:) matematik demişken, doktoradan da bahsedeyim bari, ne de olsa bana doktora için para ödüyorlar. 3 tane ders alıyorum, Fundamental Algebra, Differentiable Manifolds, Probability & Stochastic Processes. Dersleri aldığım keyfe göre azalan sırada yazdım.. bana kalsa ders almadan direk tez aşamasına geçmek daha iyi olurdu gibi geliyor şu sıralar. Quantum Groups, Sypmlectic Geometry, ve Categories derslerini alacağım 2. dönemi iple çekiyorum. Yani aslında fena da olmuyor, düzgün bir olasılık teorisi öğreniyorum, ama ders biraz ağır geçiyor, zamanımın çoğunu bu derse ayırmam gerekiyor. cebir her zamanki gibi keyifli tabi söylemeye gerek yok. Manifold dersi de güzel. Sonuçta yeni bişeyler öğrenmek güzel oluyor.

Geçtiğimiz haftasonu 2 yıl önceki ziyaretimde tanıştığım ve beraber çok güzel zamanlar geçirdiğim 2 arkadaşımla tekrar bir araya gelme fırsatı oldu, herşey çok güzeldi, kaldığımız yerden devam ettik muhabbete..onun dışında, değişik ülkelerden arkadaşlar edindikçe değişik kültürler de tanıyorum.. özellikle iskoçların ingilizler hakkındaki duygu ve düşüncelerini dinlemek güzel oluyor:) bu arada içki içmek konusunda bir iskoç ya da irlandalı ile sidik yarıştırmayın derim, ben denemedim şahsen, limitlerimi biliyorum, ama deneyen gördüm:) geçtiğimiz haftaya kadar çok güzel giden havalar artık soğudu, yağmurlar da başladı. Ama en azından yağmur insani ölçülerde yağıyor, yani bizim izmirdeki gibi falan şarrrr diye bir yağmur yok. Hani koşsam daha mı az ıslanırım yoksa farketmez mi diye düşünmek zorunda kalmıyorsunuz. Bir de aralıklarla yağdığı için şemsiyesiz yakalansanız bile (ki ben şemsiye taşımayı sevmem) bir yerde 5 dakika bekleyip yağmurun durmasını bekleyebilirsiniz.

Türkiye gündemini de takip ediyorum tabii ki, bu aşı olayını falan ilgiyle izliyorum özellikle. Yani burda da domuz gribinden korkuyor insanlar, ama aşı lafı hiç duymadım. En önemli silahın önlem almak olduğunu biliyorlar, önlem alırsanız, dikkatli olursanız bunun korkulacak birşey olmadığının farkındalar. Herşeyin başı temizlik ve dikkat bence.. sağlık bakanının ithal ettiği aşıyı reddeden bir başbakan yönetiyor ülkemi. Bir Türk filmi vardı, cüneyt arkın mı oynuyordu emin olamadım, bir fabrikatör var, denize atık su atıyor galiba. Ama deniz suyunun temiz olduğunu iddia ediyorlar, sonra fabrikanın sahibi galiba torununu (ya da çocuğunu) denize sokmaya kalkışıyor zorla.. neyse direk bu sahne geldi aklıma.. ama tayyip aşı olmayı reddetmiş. düşündüm de tayyip’in domuz gribi olması da ironik olur gerçekten..

yazıya başlarken bu konuyla bitirmek aklımda değildi, gerçi aklımda hiçbir konu yoktu, aklıma ne geldiyse yazdım, muhtemelen bahsetmeyi unuttuğum şeyler vardır. onlar da sonraki yazıya kalsın artık.

Resim: Matematik bölümü binasında, ders saatini beklerken.

My Sassy Girl*

* 17 Ekim 2009’da canhatipoglu.blogspot.com’da yayinlanmisti

2001 Güney Kore yapımı bir film. Adını çok duyduğum halde ve yüksek imdb puanına rağmen yıllardır arşivimde durduğu halde daha yeni izledim. Gianna Jun’u çok başarılı bulduğumu söylemeliyim (oyunculuk yönünden tabi ki :)). Film ilk başlarda biraz sıkıcı gelse de sonlara doğru duygusallık artıyor ve hikaye de ilginç bir hale geliyor. Özellikle kızın çocuk karşı tepedeyken, nasıl olsa duymacağı için bağıra bağıra içini döktüğü sahne aklımda kaldı benim. Ben izledim ve çok memnun kaldım, daha çok insan memnun kalsın diye burda yazıyorum işte. Siz de benim gibi bu filmi çok duyup da hala izlemediyseniz, ya da hiç duymadıysanız izleyin derim. Eğer zaten biliyorsanız ve “ohooo sen daha yeni mi izledin” diyorsanız da, arşivimde henüz izlemediğim o kadar film var ki!

İşte bu da imdb bağlantısı: http://www.imdb.com/title/tt0293715/

Porto*

*5 Ekim 2009 tarihinde canhatipoglu.blogspot.com adresinde yayinlanan yazi.

“Bu adresi başkası almadan kapayım da bir kenarda bulunsun” diye aldığım bu alanı doldurmak bu güneymiş. Boş vakit çokluğundan mı, hayatımdaki değişiklikten mi bilmiyorum ama yazmaya karar verdim işte. Umarım ileride üşenip bırakmam. Efendim doktora eğitimimi Porto Üniversitesi Matematik Bölümü’nde yapmak üzere 9 Eylül günü İzmir’den ayrılıp 10 Eylül sabahı Porto’ya vardım. Bu bir cümlede anlatılacak gibi basit bir olay değil elbette. Sevdiğin insanları geride bırakıyorsun, o en son an geldiğinde, sevgiline ne kadar sarılırsan sarıl yetmiyor, kulağına neler fısıldarsan fısılda söylemek istediklerinin yarısı etmiyor. 27 yıllık abine bu kadar çok sarılmak istediğini hiç bilmediğini farkediyorsun, annenden ayrılmak ilkokulun ilk günü gibi koyuyor, babanın karşısında sağlam durmaya çalışıyorsun ama olmuyor, doğduğun, büyüdüğün, köklerinin olduğu şehri geride bırakıyorsun… ve bu ayrılışım babamın evinden tamamen ayrılış anlamına geliyordu ve ben bunu son ana kadar farkedemedim.. benim için beklediğimden çok daha zor oldu açıkçası.

Ailemden, sevgilimden, çok sevdiğim arkadaşlarımdan, İzmir’den, yaklaşık 5 yıl çok “süpersonik” arkadaşlarla (iş arkadaşlarım ayrı bir blog yazısı yazmaya değer, bu yüzden sonraya bırakıyorum) birlikte çalıştığım Dokuz Eylül Üniversitesi’nden ayrılıp buraya gelmek benim gibi birisi için zor ve radikal bir karar. Ancak çok hayal kuran biriyseniz, gerçekleştirdiğiniz hayallerinizin sayısının gerçekleştiremediğiniz hayallerinizin sayısına oranı epsilon* kadarsa, önünüze böyle fırsatlar geldiğinde değerlendirmemek çok zor oluyor. Sonuçta Porto güzel bir şehir, buradaki matematik bölümü güzel, burs güzel -gözlerde € sembolü-, hava da limonata gibi… tek eksik nişanlım Selin. Ama o da en kısa zamanda burada olacak. Ona göstereceğim o kadar çok yer var ki burda! Tabii eğer sizin de yolunuz buralara düşerse seve seve Ribeira’da oturup birşeyler içebilir, ya da Atlantik kıyısında oturup Francesinha yiyip laflarız, bir şişe Port da benden;)

Şimdilik bu kadar olsun. Sanırım bu işi sevdim. Tekrar yazıncaya kadar hoşçakalın!

* epsilon (ε), Yunan alfabesinin 5. harfi, matematikte-özellikle calculus- küçük pozitif sayıları göstermek için kullanılır.

Bitirirken sevgili Zafer’in çok sevdiğim bir uygulamasını araklıyorum:


Bleeding Me – Metallica